27 Aralık 2008 Cumartesi

Güldünya, keşke adın gibi olsaydı dünya...


Güldünya Şarkıları adlı albüm çıkmış, Aile içi şiddet yardım hattı için on üç kadın şarkıcı birleşmiş...

Albümün içinde Aylin Aslım'ın Güldünya şarkısını Sezen Aksu harika yorumlamış:

Canım abim vurma beni
Bu dünyadan alma beni
Dökülür mü kardeş kanı?

Bir karında yatmadık mı?
Bir anada doğmadık mı?
Bir memeden doymadık mı?

Binbir yarayla tek bir kurşunla gitti gül dünya
Kim farkında kimin umrunda yandı(söndü) bir dünya

Seni gönderene söyle
Köydeki büyük meclise
Daha çocuk yaşta üstüme çıkan herife
Eğer böyle ölürsem iki elim yakanızda
Hayaletim gezer düşer peşinize

22 Aralık 2008 Pazartesi

radikal kitapta çıkmış feminizm ve annelik üzerine iki kitap hakkında bir yazı...

MATERNAL DESIRE
On Children, Love and the Inner Life
Daphne de Marneffe, Little Brown&Company, 2004, 384 sayfa, 25.95 dolar.

THE MOMMY MYTH
The Idealization of Motherhood and How It Has Undermined Women Susan J. Douglas-Meredith W. Michaels, Free Press, 2004, 400 sayfa, 26 dolar.

Ben, 1960'ların New York'unda bulunabilecek tipik bir ailede büyüdüm. Babam doktordu, sekizde evden çıkıp altıda eve geri dönüyordu. Annem ise hep evdeydi. Öyle ki, erkek kardeşimle beraber öğlen yemeği için eve geldiğimizde onu evde bulamazsak, polise haber verebilirdik. Bütün arkadaşlarımın anneleri de böyleydi ve ben bunda göze batan hiçbir şey görmüyordum, çünkü zaten anneler başka bir şey yapmazdı ki... Ben annemin hep evde oluşunu gayet normal karşılayadururken, 1963'te Betty Friedan'ın, kadının ev dışında da yer alması gerektiğini vurgulayan 'The Feminine Mystique' adlı kitabı yayımlanmış ve bu kitap üç yılda üç milyon satmıştı. Friedan, kitabında, 'konforlu toplama kampı' adını verdiği ev içi hayatın, kadınları kimliklerinden mahrum ettiğini, onları 'adsız bir robot'a dönüştürdüğünü vurguluyordu.
1983'te ben okuldan mezun oluncaya kadar, 'The Feminine Mystique'in tartışmalı mesajı kabul görmüştü bile. Kız arkadaşlarımın neredeyse hepsi ya akademik kariyer yapmayı tercih etmişler ya da kendilerine bir iş bulmuşlardı. Hiçbirimiz evde oturup çocuk yetiştirmeye istekli değildik. Bir kariyer yapacak, çocuklarımızı da bunun içine dahil edecektik. Gelecekte, annelerin yapacağı da bu olacaktı zaten.
Bir yönden, haklı çıktık. Günümüzde, 6 yaşın altında çocuk sahibi olan kadınların % 60'ı, çocukları 6-17 yaşında olan kadınların ise yaklaşık % 80'i çalışıyor.
Başka bir yönden ise, sınıf arkadaşlarımın ve benim düşündüğümüzden daha karmaşık bir durum ortaya çıktı. Evet, günümüzde artık pek çok kadın ütü yapmaktan yakınmıyor, çünkü artık ütü yapmıyor. Ancak, Friedan'ın öngördüğü ve "insanlığın bir sonraki adımı olabilir" dediği şey de henüz gerçekleşmedi.
Amerika'da öfke varsa, fırsat da vardır, son birkaç yıldır annelik konusundaki kitapların sayısında patlama olması da bu yüzden belki de. Amazon'da son zamanlarda yapılan bir araştırma, 1999'dan beri bu konuda 800'den fazla kitap yayımlandığını gösterdi.
Yeni yayımlanan kitaplardan iki tanesi Betty Friedan'ın kitabında tartıştığı kadının ev içi hayatına odaklanıyor: 'Maternal Desire: On Children, Love and the Inner Life' (Annelik Arzusu: Çocuklar, Aşk ve Iç Yaşam Üzerine) ve 'The Mommy Myth: The Idealization of Motherhood and How It Has Undermined Women' (Annelik Efsanesi: Anneliğin İdealleştirilmesi ve Bunun Kadınlar Üzerindeki Etkisi).
'Maternal Desire'in yazarı Daphne de Marneffe bir psikolog ve kitaptan hemen öğreniyoruz ki üç çocuk annesi. İş bulabilmek için yeterli eğitim görme fırsatını yakalayabilen bir sınıfa ait ve bu sınıf da onun hedef kitlesini oluşturuyor. 'Maternal Desire' de Marneffe'nin kariyerini geçici olarak bir yana bırakma ve kendisini çocuklarını yetiştirmeye adama kararını nasıl aldığını anlatıyor.
İlk çocuğundan başlıyor söze ve iş yerine gitmek için evden her çıktığında 'görünmez bağ'ın onu geri çektiğini yazıyor. Hayatına diğer çocukları da eklenince kariyerini sürdürmek daha da zorlaşıyor. Bir bakıcı alıyor eve ama o da hiçbir zaman saatinde gelmiyor. Sonra 6 tane 2 yaşındaki çocuğa kendi evinde bakan bir kadın buluyor ama orada da görüyor ki çocuklar birbirleriyle hiç de sevimli bir şekilde oynamıyorlar...
Onu işten eve çeken o 'görünmez bağ' ve oğlunu diğer çocukların yanına bırakmak istememesi hissini 'annelik arzusu' olarak tanımlıyor de Marneffe. Bu arzu, çocuklara tahammül etmekten ziyade onlara bakmak anlamına geliyor. De Marneffe'ye göre bu, neredeyse evrensel bir his.
De Marneffe'nin kadınların çocuklarıyla beraber olma isteklerini destekleyen düşüncesi Betty Friedan'in fikirlerini tersine çeviriyor. Ona göre, ev içinde kalmakla kimlikten vazgeçmeyi birbirine denk tutmak bir hata, çünkü çocuk bakımıyla birlikte kimlik de gelişiyor.
Yirmi dört saat, yedi gün
'The Mommy Myth'ın yazarları Susan J. Douglas-Meredith W. Michaels da birer anne. Kitaplarında, de Marneffe'nin aksine kendi deneyimlerine çok az yer veriyorlar. Daha ziyade, anneliğin 'sitcom' dizilerde, kadın dergilerinde nasıl temsil edildiğine, aslında nasıl 'yanlış' imgelerle temsil edildiğine dikkat çekiyorlar. Ve bu imgelerin, 'new momism' denilen eğilimi yarattığını söylüyorlar. Bu eğilimde zararlı buldukları şey ise-ki burada 'Maternal Desire'a gönderme yapıyorlar- anti-feminist mesajın feminist mesajmış gibi gösterilmesi. Annelik üzerine karmaşık konulardan biri de, neyin ya da kimin kriterini uygulamak gerektiğine karar vermek. Eşinizin mi? Çocuklarınızın mı? Çocuklarınızın öğretmeninin mi? Patronunuzun mu? 'Maternal Desire' da ''The Mommy Myth' de günümüzde birçok annenin kendini nasıl hissettiği konusundaki gerçekleri dile getirmeleri bakımından önemli. Sahiden, kadınlar ne hissediyorlar? Bir kadın, ailesine bakmak için kariyerinden çalıyorsa ve buna gücü yetiyorsa? Başka herkes de bu kararı onaylıyorsa? Ya da tam tersi, kadın çalışmak istiyorsa?...
'The Feminine Mystique'i övenler kariyerine devam edebilen kadınlar. 'The Feminine Mystique'in tek bir sayfası bile hizmetçi, temizlikçi, bakıcı kadınların yaşadığı zorluklara ayrılmamış. Bu kadınlar günümüz literatüründe de kendilerine pek yer edinemediler. Sonuçta, iş ya da ev arasında seçim yapmak bunlara sahip olanların problemi.
ELIZABETH KOLBERT
(www.newyorker.com, 08.03.2004, çeviren: Ümran Kartal)

19 Aralık 2008 Cuma

aile boyu yatak...

ailecek uyumak,

batının son modası co-sleepingi; anadolu insanının sıkış tıkış bir göz odada cümbür cemaat uykusu...

ya da kısaca

mutluluğun resmi




biz ise oğlumuzun odasına yerleştik, dizi dizi sıralandık; ayrılamayız birbirimizden...

ev hali...




bebekle çalışma düzeni... yer yatağında oynuyor, park yatağında uyuyor... arada kucağımda klavyeye saldırıp yemek istiyor...

14 Aralık 2008 Pazar

bir kadın olarak kendini yazmak ya da sevgili günlük




24 Aralık 2008, İstanbul



helene cixous, "medusa'nın gülüşü"nde adeta kadınlara haykırır: "peki, niye yazmıyorsun? Yaz! Yazı senin için, sen kendin içinsin, bedenin sana ait, ona sahip çık!" cixous'ya göre kadın bedeninden sürülmüştür tıpkı yazının alanından olduğu gibi... eril dil, kendi "his"tory'sini, tarihini yazıyor, kadın da sessizce izliyordur. cixous "kendini yaz: bedenin sesini duyurmalı. böylece bilinçdışının sonsuz kaynakları fışkıracaktır" der.

evet, kendini yazmak, her an karşına karşılaşmaktan korktuklarının çıkabileceği, böö diyen öcülerinin hortlayabileceği, bir yandan da alisin kendi harikalar diyarını yarattığı gibi, kendi masalını kurabileceğin harika bir deneyim olabilir. anne olduktan sonra yazmaktan korkmamam, öncesinde har vurup harman savurduğum bedenimle uzunca bir süre yaşadığım barışma sürecine bağlanabilir mi bilemiyorum. hamile kaldığımı öğrendiğim günden itibaren bedenime yaklaşımımda büyük bir değişiklik oldu. artık içimde bir canlı büyüyordu; ona karşı duyduğum sorumluluk ve gittikçe büyüyen bir sevgi, bedenimi sevmemi, hatta onu tanıdıkça ona hayran kalmamı, saygı duymamı sağladı. ironik, bir başka canlı aracılığıyla insanın kendi bedenine yakınlaşması; ama diğer yandan kadın, kendi bedenine ötekinin bakışından dolayı yabancılaşmıyor mu? erkeğin bedenine baktığı gibi kendi bedenine bakmıyor mu? onun değer yargılarıyla, beğenileriyle kendi bedenini seviyor ya da nefret etmiyor mu? neyse içimdeki küçücük içi dolu fıçıcık bedenimi sevmemi, hatta ona şapka çıkarmamı sağladı, minettarım... bu beden içinde farklı bir canlıyı saygıyla büyütebilecek, içindeki farklılığa (farklılık konusuyla ilgili luce irigaray'ın "annelik düzeni" adlı harika yazısından "okumalarım" bölümünde bahsedilecektir) tahammül edebilecek kadar yüceydi. üstelik bu canlıyı dünyaya getirdikten sonra da onu besleyebilecek mucizevi besini üretebiliyordu. hala emziriyorum; her seferinde mememe yumulmuş bebeğimi hayranlıkla seyrediyorum. ilk önceleri çok zor ve acı veren bu deneyim şimdi benim için de vazgeçilmez bir keyif halini aldı.

sevgili günlük diye başlayan milyonlarca günlük tutulmuştur kadınların kaleminden, genellikle edebiyatta da günlük formunda ya da mektup biçiminde anlatılar kaleme alır kadın yazarlar. günlük özel olanın paylaşılması, bir kadının mahremine yabancı gözün değmesidir. bir yandan kadın yazdıkça, kendini anlattıkça kendini sağaltır; evin içinden, dışarıya ulaşır, bağırır.

13 Aralık 2008 Cumartesi

her yeni ebeveynin bilmesi gereken 10 şey...

1-çocuğunuzu severek şımartamazsınız: birçok yeni anne ve baba bebeklerin her ağladıklarında kucağa alınmasıyla şımaracağını duymuştur. ama merak etmeyin çocuklar sevgiyle asla şımarmaz. konuyla ilgili güzel bir makale: acaba çocuğumu şımartıyor muyum?

2-çocuğunuzun ağlamasına duyarlı olmanız gerekir: bebeğinizin ciğerlerini açmaya ihtiyacı yoktur. ihtiyacı olan tek şey, ağlamasının tek iletişim yolu olduğunu ailesinin bilmesidir. bebeğin ağlaması, en temel ihtiyaçlarını, açlığını ya da yorgun olduğunu dile getirme biçiminin en son safhasıdır; esasında en ideali bebeğinizin işaretlerini okuyabilmenizdir; bebeğinizi saatle besleyip, uyutmanıza gerek yoktur, ne zaman aç, ne zaman uykusu var, iyice gözlemleyip geç kalmadan ihtiyaçlarını karşılamanız en iyisidir. bkz. makale: aşırı ağlama bebekler için tehlikeli olabilir.

3-disiplin öğretmek demektir: yeni ebeveynler çocuklarına bir disiplin verme kaygısına düşebilirler. disiplin dendiğinde de çoğu zaman "ödül" ve "ceza" anlaşılmaktadır. oysa disiplin kelimesi öğretmek anlamındadır. anne ve babalar çocuklarına rehberlik etmeli ve öğretmelidir.

4- dünya sağlık örgütü bebeklerin en az 2 yaşına kadar emzirilmesini öneriyor.

5- katı gıdalar 6 aydan önce önerilmez ilk 6 ay yalnızca anne sütü, sonrasında yavaş yavaş katı gıdalara geçilirse iyi olur. bkz. neden katı gıdaları ertelemek gerekir?


6- doktorunuz ebeveynlik uzmanı değildir; genellikle de emzirme uzmanı hiç değildir: doktorunuzun söylediği şeyleri mutlaka siz de araştırın ve öncelikle kendinizi dinleyin.

7-bebeğinizle güvenli bir şekilde birlikte uyuyabilirsiniz: bkz. bebeğinizle birlikte uyumak.

8-obezite gitgide önemli bir sorun haline dönüşüyor.

9- çocukların doğa ile daha çok temas halinde olmaya ihtiyacı var: günümüzde çocuklar daha fazla televizyon ya da bilgisayar başında zaman geçiriyor.

10- çocukları güvenlikleri için arabada mümkün olduğu kadar uzun zaman arkaya bakar şekilde oturtmakta fayda var: neden arkaya bakar tarz güvenli?

phdinparenting blogundan kısaltılarak çevrilmiştir; verilen linkler ingilizcedir.

10 Aralık 2008 Çarşamba

kucağın sıcaklığı...


dokunmanın mucizesi, jean liedloff'un the continuum concept adlı kitabı, (http://www.continuum-concept.org/) süreklilik olgusu çerçevesinde anne ile bebek arasındaki ilişkiyi ele alıyor. liedloff, yequana yerlileri ile birlikte bir süre vakit geçirmiş ve oradaki anne-çocuk ilişkisini modern dünyadakiyle karşılaştırarak gözlemlemiş. yazara göre bebek, milyonlarca yıldır atalarının ona aktardığı deneyimlerle anne karnından dünyaya geliyor. bu deneyimlerin en önemlisi bebeğin doğduktan sonra annenin kucağına yerleşme, onunla sürekli temas içinde olma beklentisi. bebek kendi isteğiyle, emeklemeye ya da yürümeye başlarken annenin kucağından yere iniyor. kucakta, anne gündelik işlerini yaparken sessizce gözlemliyor ve dolayısıyla gündelik yaşam pratiklerini öğreniyor. modern hayatta yataklarında, arabalarında ya da mama sandalyelerinde oyuncaklarla uyarılarak deneyim kazanan bebeklerin aksine, daha huzurlu ve dingin bir deneyimleme süreci yaşıyor. bebeğin kesintisiz kucak beklentisi modern anne tarafından karşılanamadığından, yazar insan yavrularının tedirgin, huzursuz, mutsuz büyüdüğünü, sonrasında sorunlu bireyler haline geldiklerini vurguluyor.
yazarın büyük bir genelleme yaparak modern insanın bunalımını kucak olgusuna bağlaması abartı geldi bana. kitapta bebeğin sürekli kucakta taşınmasının yaşadığımız dünyada imkansız olduğu göz ardı edildiğinden kitap daha çok teorik kalıyor. aynı sorun, tüm "doğal ebeveynlik" tarzlarında da kendini gösteriyor. (dr sears, v.b) kucakta taşınabilirliğin, annenin fiziksel durumuyla da oldukça ilişkisi olduğu da unutulmamalı; sling tarzı taşıyıcılar bebeğin kucakta taşınmasını kolaylaştırsa da bel, boyun, sırt ağrılarının önüne geçilemiyor. ancak anne ve bebek ilişkisindeki karşılıklı iletişimin güçlü olabilmesi için kucağın büyük önemi olduğunu düşünüyordum ki bu kitap düşüncelerimi pekiştirdi. liedloff, bebeğin işaretine göre emzirmenin üzerinde duruyor. modern annenin emzirme gibi bebek için hayati önem taşıyan bir deneyimi saate bağlamasını eleştiriyor. ancak bunun özellikle ilk zamanlar anne için çok zor bir süreç olduğu göz ardı edilmemeli memede geçirilen zaman yalnızca bir beslenme deneyimi değil, bir özgüven meselesi olduğu için bebek için çok önemli ve ilk zamanlar çok uzun süreler bebek annesinin göğsünde zaman geçiriyor. bu dönemde ister istemez annenin hareket alanı, kabiliyeti kısıtlanıyor. ben de bebeğim istediği zaman emziriyorum. ilk zamanlar yemek yerken, bilgisayarın başında emzirdim; kitap okuyarak ya da televizyon seyrederek... değişik mekanlarda bebeğimi emzirmek durumunda kalmıştım; en ilginç olanı kadıköy’de belediye meclisinin sıralarıydı, bağdat caddesindeki banklarda, otobüste, minibüste, vapurda emzirdim ya da sokakta yürürken...
maalesef yequana yerlisi değiliz, yaşam mücadelemizi modern hayatın tüm olumsuzlukları içinde vermeye çalışıyoruz, yequanaların orman içindeki barakalarında değil, trafik sorunu olan, çarpık yerleşmiş koca bir şehirde apartman dairelerinde bebeklerimizi büyütüyoruz. üstelik bazılarımız para kazanmak zorundayız, dolayısıyla bebeklerimizden ayrılmak... bir gün kadınlar işe bebekleriyle gidebilirlerse, hem çalışıp hem de rahat rahat emzirebilirlerse, kamu alanında annelere bebek bakımıyla ilgili kolaylıklar sağlanırsa (alt değiştirme, emzirme odaları, daha çok park ve oyun alanı) belki bir nebze daha huzurlu bebekler geleceğin huzurlu yetişkinleri olacak şekilde büyür.