25 Ocak 2009 Pazar

"anne" olma durumu üzerine düşünceler-güneş yanığı bir fotoğraf...

8 Şubat 2009, İstanbul


"anne"; "annelik ne de yakışmış", "ne güzel bir anne olmuşsun yavrum" v.b: bu sözleri duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor; ürperiyorum. bebeğimi ve beni görmeye gelenlerin ağzından dökülen bu tek kelimeye geçmişte yüklemiş olduğum anlam yeniden canlanıp "ben" dediğim kurguya eklemlenirken zorlanıyorum.

beni yoran daha çok bana katılıp beni çoğaltan halkalardan hafifleyip eski yapabilirliklerime kavuşma değil yeni katmanlarıma yüklediğim anlamlarla uzlaşma çabası. o "anne" sözcüğündeki yavan, pelteleşmiş tat; sinmiş, bezmiş, silik silueti. içimi ezen herkese verme hali; o herkesi koruyan, gözeten, yediren, doyuran, dinleyen, etrafta gıdaklayan tombul anaç tavuk... hep başkaları için bir şeyler yapan, kendi ortalıkta olmayan hayalet... her şeyden önce anne olma hali; kimliğini yutan, öğüten tek bir potada eriten durum...

irigaray okumalarım yardımıma koşuyor;

eril kültürdeki annenin bedeninden ve kendisinden sonsuz faydalanılabilirlik anlayışının ne kadar yanlış olduğunu söylemesi. fedakar anne imgesi; anaç, kendisini çocuklarına adamış, kendi yaşam alanı olmayan. aa anne var "annecik" var diyerek kendine ait yaşamı olan anneler kınanmaz mı? annelik baskısını hangi kadın hissetmemiştir; hangi kadın çocuğuna yetip yetmediği, "iyi" anne olup olmadığı konusunda kendini sorgulamamıştır ki?


bir fotoğraf, bir akşamüstü, yaz;
muhtemelen etraf patlıcan, biber ve kabak kızartması kokuyor; cırcır böcekleri ötüyor; hafif bir meltem; merdiven basamağına oturmuş güneşten bronzlaşmış iki küçük kız ve anneleri. güzel, içten gülümsemesiyle fotoğraf makinasının merceğine bakan anne yorgun ama mutlu ve huzurlu görünüyor. hangi anne yazın yazlıkta dinlenebilir ki, kızlarını denize götürmüş sonra yıkanılmış, giyinilmiş ve yemekten önce hava almaya dışarı çıkılmış.

neden tüm annelik kavramına yüklenen, yüklediğimiz çerçöpten sıyrılarak yalnızca o akşamüstü için, yalnızca kızlarını yıkayıp giydirdiği için irigaray'ın dediği gibi eril kültürden doğal ve tinsel bedenini borçluluk duymadan tüketmesini öğrendiğimiz anneye şükranlarımızı dile getiremiyoruz ki?

annenin kendine ait odası olamaz mı?

ve neden "anneler ve kızları kültürlerimizde ancak anneler kabilesine dahil olmalarını sağlayacak sınavda başarılı olduktan sonra bir araya gelebilirler"? (108-109)

13 Ocak 2009 Salı

anne-kız


fotoğraf: julie harris


evde elimde okuyacak iş yoksa, yangından mal kaçırır gibi kendime ayırabildiğim zamanlarda (tuvalette, herkes yattıktan sonra bedenimdeki ağrılarla kendimi salondaki kanepeye attığımda, gündüz oğlum uyurken bilgisayar başında) yaptığım okumalarımın muhakkak bir kısmı feminizm ve feminist annelik üzerine oluyor. yine irigaray ile devam ediyorum. irigaray, ataerkil, fallus egemen düzenin kısırdöngüsünden çıkmanın, kız çocuklarına bir düşünce ya da tin olanağını kazandırmanın çaresini anne-kız çocuğu ilişkilerinin gelişiminde buluyor; birkaç pratik öneri vermiş.

irigaray'ın bazı önerileri anne ile kız arasındaki dil kullanımlarıyla ilgili. bunlar bizim toplumumuza uymuyor; fransızcada dişil ve eril ayrımı var; buna göre dişil "article"ını alan kelimelerle eril "article"ını alan kelimeler arasında hiyerarşik bir sınıflama var. ayrıca zamirler bu anlamda sorunlu. örneğin "ayşe ile ahmet sinemaya gitti" cümlesini üçüncü çoğul zamirle "onlar sinemaya gitti" şeklinde söylerken "ils" yani erkek üçüncü çoğul zamiri kullanılıyor; irigaray, kız çocuklarıyla anneleri konuşurken bu ayrımları azami kullanmalarını, dişil üçüncü zamirlere ağırlık vermelerini önerir. ama türkçede böyle bir kullanım olmamasına rağmen diğer bütün diller gibi o da eril, yani kadının deneyimlerini ifade etmesi için oldukça kısır; bu anlamda biz de annelerimizle, kız kardeşlerimizle, yakın arkadaşlarımızla ve kızlarımızla aramızda bir kadın dili oluşturabiliriz. kendimizi bu dilde yazarak ifade edebiliriz. mesela ben günlüğümü yazarken yeni kelimeler icat edip onları kullanabilirim.

irigaray'ın bunlar dışındaki bazı önerilerin oğlumla ilişkimde bazılarını annemle ilişkimde uygulamayı düşündüm:

1. yaşama ve beslenmeye bir kez daha saygı duymayı öğrenmek. bunun anlamı, anneye ve doğaya saygıyı yeniden kazanmaktır. tüm borçların yalnızca parayla ödenemeyeceğini ve tüm besinlerin satın alınamayacağını genellikle unutuyoruz. bu durum, açıkça erkek çocuklarını da ilgilendiriyor, ama dişil bir kimliğin yeniden keşfi için kaçınılmaz. (bence insan merkezli bakışı sorgulayabilmek adına bir annenin oğluna mutlaka öğretmesi gereken en önemli mefhum doğaya saygı, insan dışındaki diğer canlara saygı)

2.her evde ve halka açık yerlerde, anne-kız çocuğu çiftinin (reklam içermeyen) çekici görüntüleri yer almalıdır. (...) ayrıca kendilerinin kız çocuklarıyla ya da anneleriyle çektirdikleri fotoğrafları asmalarını salık veririm. (ben salonuma annem, kız kardeşim ve benim birlikte küçükken çektirdiğimiz fotoğrafı koydum bile:) yazlıkta bahçedeki merdivenin bir basamağına üçümüz sırayla dizilmişiz. annem genç ve güzel, denizden sonra bizi yıkamış güzelce giydirmiş, akşamüstü hava almaya çıkartmış, beş-altı yaşlarındayız. fotoğrafı bulmam, kütüphanenin bir köşesine yerleştirmem ve bu esnada fotoğrafı incelemem bile annemin, arka arkaya doğurduğu bize nasıl baktığı, bizimle ilişkisi üzerine az da olsa düşünmemi sağladı bile. (bu konuyla ilgili günlüğüme bir şeyler karalayacağım)

3. anne kadının, çocuk kadınla konuşması, dişil dilsel biçimler kullanması, her ikisini de ilgilendiren konulardan söz etmesi, kendisi hakkında konuşması ve kızlarından da aynı şeyi yapmasını istemesi, soyağacını, özellikle kendi annesiyle ilişkisini gündeme getirmesi, kızına günümüzde kamusal kişilik haline gelmiş ya da tarihte ve mitolojideki kamusal kişiliğe sahip kadınlardan söz etmesi (bence çok önemli bir konu; çocuklara masal anlatırken bu kahramanlar kullanılabilir).

8 Ocak 2009 Perşembe

farklılık kültürü


resim: hilary hunt amaro


irigaray okumalarıma devam ediyorum;

gebelikte plesantanın işleyişinin doğru olarak anlaşılmasıyla kültürün dayanaksız, işine geldiği gibi yarattığı imgelerin nasıl çürüdüğü görülüyor. irigaray, kitabın bir sonraki bölümünde farklılık kültürünü annenin (kadının) bedeninin nasıl barındırdığına vurgu yapmaya devam ediyor: "dişil bedenin ayırt edici özelliklerinden biri, canlı organizmalardan birinin hastalanmasına, ölmesine ya da reddedilmesine neden olmadan ötekinin kendi içindeki gelişimine hoşgörü göstermesidir" (47).

anne, bedeninde erkek ve kız çocuklara eşit yaşama şansı tanırken, eril kültür bu saygı düzeninin tam tersi işler. dişil beden farklılığa saygıyı üretirken, ataerkil kültür öteki cinsiyetin katkılarını, ötekinin bedenini dışlar; öteki konumundaki kadın irigaray'ın da dediği gibi doğal bir alt tabaka konumundadır.

evet, eril kültür biyoloji kaynaklı açıklamaları yadsıyor, bu, irigaraya'a göre erkek-tanrıların egemenliklerini kurduğu (tek tanrılı dinler- bu konu hakkında fatmagül berktay'ın tek tanrılı dinlerde kadın adlı kitabı muhteşemdir; okumalarım bölümünde bu kitaptan bahsedeceğim) kültürel saflığa dönmek olur. bu dönemde babanın cisminde olan erkek çocuğu yücedir. dolayısıyla meryem ve isa ikonunda görüldüğü gibi anne-oğul ilişkisi kutsaldır; farklı olanlar, yani babaya benzemeyen kadınlar ve kız çocukları, evlerde, peçelerin ardında utanç içinde saklanır.

maalesef günümüzde hala irigaray'ın da belirttiği gibi kadınların öznel bir konum elde edebilmeleri için farklılıklarının tanınmasını sağlamaları gerekir. burada en can alıcı nokta "farklılık" sözcüğünde. çünkü kadınlar erkeklerle eşit değildir ve de olamaz. farklıdırlar!!! birçok kadın, kendini feminist olarak tanımlayanlar da dahil erkeklerle eşit olma uğruna neredeyse tüm dişil öznelliklerinden vazgeçme eğilimindedir. oysa bu, bir kimlik yitimi olur ve irigaray'ın da belirttiği gibi cinsiyetli kültürü yoksullaştırır.

irigaray'ın da dediği gibi kadınların "içlerindeki ötekine saygı göstererek ve aynı saygıyı toplumdan isteyerek, kendilerini geçerli özneler, bir anne ve bir babanın kız çocukları olarak onaylamaları gerekir". (48-49)

7 Ocak 2009 Çarşamba

annelik düzeni





luce irigaray, ben sen biz adlı kitabının “annelik düzeni” başlıklı bölümünde psikanalizde bebeğin kendini anneden ayrı görmediği, bir kaynaşma ilişkisi yaşadığı, bebeğin anneden ayrışmasının ancak üçüncü kişi olan babanın ve dilin düzenine girmesiyle olabileceği yargısını anne karnında anneyle bebeğin plasenta sayesinde çoktan ayrışmış bir ilişki yaşadıklarını ileri sürerek çürütüyor. anne karnında üçüncü kişinin fonksiyonunu plasenta oynar.

önce plasentanın ne olduğunu vikipedia’dan alıntılayalım:

“besin maddelerini anneden alabilmek için, embriyo hücrelerinden bir kısmı plasentayı oluştururlar. plasenta anneyle bebek arasındaki besin, oksijen ve diğer maddelerin alışverişini sağlayan yapıdır. plasenta yeni hücre gruplarının yani dokuların oluşması için gerekli olan besinleri ve oksijeni özenle seçer ve bunları bebeğe taşırken, atık maddeleri ayırarak onları da annenin vücuduna gönderir.

plasenta anne ve cenine ait iki dolaşım sistemini kusursuzca ayırır. gazlar, besin maddeleri ve atıklar anne ve ceninin kanları arasında değiş tokuş edilir. fakat amniyon sıvısı ve ayrı dolaşım sisteminden oluşan bu fiziksel bariyerler bebeğin hayatta kalması için yeterli değildir. bunlar ancak kısmen başarılı olabilir.
plasentanın yapısına daha yakından bakıldığında, bu duvarı oluşturan trofoblast hücrelerinin kan için özel olarak tasarlanmış bir bariyer oluşturdukları görülür. embriyo, annenin dokularıyla çok yakın bir bağlantı içindedir. Bir yandan anneden gelen kanın içindeki maddelerle beslenirken, bir yandan da annenin savunma hücrelerinin tehtidi altındadır. çünkü embriyo annenin vücudunda düşman kabul edilebilecek yabancı bir madde gibidir. dolayısıyla besinlerle birlikte anne kanındaki savunma hücrelerinin embriyoya ulaşmaması son derece önemlidir. ancak plasenta, annenin kanında bulunan savunma hücrelerinin embriyonun tarafına geçmesini engelleyen özel bir tasarıma sahiptir. annenin kanından alınan oksijen, besin maddeleri ve mineraller bu ince aralıklardan geçerek embriyoya ulaşır. ama savunma hücreleri daha büyük oldukları için bu aralıklardan geçmeyi başaramazlar.”

irigaray, helene rouch adında bir biyoloji öğretmeniyle söyleşerek konuyu ele alıyor. rouch, gebeliği başarılı bir organ nakline benzetiyor; ama daha da önemlisi rouch, anne ile bebek ilişkisini ben ve öteki boyutuna taşıyor ve plasentanın anne ve bebek arasında oluşturduğu hoşgörü mekanizmasını vurguluyor. bildiğimiz organ naklinde öteki olan organ, alıcının bağışıklık sisteminin reddetme mekanizmasını harekete geçirir; oysa gebelikte anne ötekiyi fark ettiğinde plasenta iki tarafı da koruyacak etmenleri devreye sokar. plasenta annenin ötekiyi tanımasını bastıran, önleyen otomatik olarak koruyucu işlevi gören bir mekanizma değildir. yani anne bir öteki olduğunu bilir ve onu hoşgörüyle kendine zarar vermeyecek bir şekilde kabul eder. hele hele bebek, anneyi tüketen bir parazit asla değildir. irigaray, bu ilişkiyi düzenli bir yapı olarak görür ve kaynaşma durumunda olmayan, birine ve ötekine saygı duyan bir yapı olarak betimler. yani aslında der irigaray “psikanalizde olduğu gibi ataerkil imgelemin çoğu kez bir bütünleşme, bir kaynaşma olarak sunduğu bu ilişkiler, aslında son derece örgütlü ve anne ile bebeğin yaşamına saygılı ilişkilerdir” (40).

dolayısıyla eril imgelemde var olan şu meşhur ana karnına dönme, anneyle bütünleşme, anneden ayrılma travması, anneyle bütünleşme arzusu gibi imgelerin ne kadar da asılsız olduğu görülüyor.

bir de kozmetik endüstrisinin plasentadan elde ettiği olağanüstü kâra değiniyor irigaray. anneye plasentanın nerede kullanılmak istendiği sorulmaz; irigaray, en azından bunun annenin çocuğa sunduğu bu armağanın, ticari ataerkil sistemin hiç hesaba katmadığı çocuğun anneye ödemek zorunda olduğu borcun simgesel olarak belirtilmesini sağlayabileceğini belirtir.

5 Ocak 2009 Pazartesi

dışarıdan içeriye zorunlu kapanışta oksijen umudu: annem...


6 Ocak 2009, İstanbul


entelektüel kadınların anne olduktan sonra yaşadıkları azap sanırım birbirine benzerdir. maddi ve ailevi durumuna göre özgürlük alanlarının çapı değişir ama "anne" metamorfozu sırasındaki deneyimler benzeşiyordur.

burada entelektüel kadın klişesinden anladığım okuyan, avrupayı görmüş, geçirmiş, özgürlüğüne düşkün, belki birkaç sene yalnız başına avrupanın bir şehrinde yaşamış hem de yüksek lisans tezi yazmış, belki de akademinin kapılarını zorlamak adına yurda dönünce bir tane daha yazmıştır; ama akademinin ne menem bir eril iktidar kalesi olduğunu deneyimledikten sonra aman aman deyip kaçmış, kendi gibi cinsiyetçi değerlere pas vermeyen bir sevdiceğizini, canısını bulmuş evlenmiş; belki de evlilik ilişkisinin geleneksel boyuttan çok daha farklı olabileceğini deneyimlemiştir. kendi parasını kazanmanın sarhoşluğunu yaşamış; bu sarhoşluk da uzun sürmemiş hamileliğinin sonlarına doğru patronu onu eve göndermiş, böylece iş hayatında kadın olmanın ne olduğunu öğrenmiştir; hülasa düşe kalka da olsa annesinden ayrı ayakta kalabileceğini hem de bundan müthiş keyif alabileceğini kendine ve ona ispatlamış bir kadınımızdır.

taaa kiii anne olana dek. işte bu noktada hür bir kelebek gibi uçuşan, kitapların sayfalarında aylaklık edip, sevim burak, salomé, bachmann sayıklayan özgür kadınımız annesinin kucağına tıpış tıpış döner.

yaşamının part 2'si başlar; tutsaklık:
anneyle barışma süreci mi?? kendini bulma mı?

hamileyken hissediyordum sanırım yardıma ihtiyacım olacaktı... hamileliğimin sonunda maddi özgürlüğümü yitirişimle başlayan özgürlüğümün kısıtlanması haberciydi buna. tek başıma yapamaz mıydım? evden çalışıp bebeğime bakabilir miydim?

doğumdan sonra yardımın kaçınılmaz olduğu ortaya çıktı. şanslıyım annem ve anneannem yanımdaydı...

ama entelektüel kadın, o ukala, bilgiç, bilmiş, kendi kendine tek başına yapabilme çabalarına dönüyor, zorlanıyor ama kafası rahat olsun istiyor, bildiğini yapıyor olmanın verdiği mutluluk. ve fakat entelektüel kadını yalnızca annelik tatmin etmiyor, çalışmak, üretmek, okumak istiyor. eve iş aldım. yardıma ihtiyaç, yeniden yine.

bir yudum hava için muhtaç olmakla, kendinle, anneyle barışmak gerek. peki nasıl?