7 Aralık 2011 Çarşamba

"kadınların daha az kadın, erkeklerin daha az erkek ama buna karşılık her iki cinsin de daha fazla insan olduğu bir geleceğe..."


Fatmagül Berktay'ın "Annelik Sevgisinden Babalık Sevgisine Duyguların İlginç Serüveni" başlıklı yazısı, Elizabeth Badinter'in maalesef satış dışı olan kitabı Annelik Sevgisi üzerine. Badinter, annelik hissinin toplumsal tarihini ele almış. Berktay da bu vesileyle zamanımızda hissettiğimiz annelik sevgisinin kadın doğasının kopmaz bir parçası olmadığına değiniyor yazısında. Tıpkı çocukluğun da bir tarihi olduğunu eklediği gibi. Badinter'in araştırmasına göre örneğin, 17. ve 18. yüzyıl Fransası'nda, günümüzle karşılaştırıldığında çocuğun oldukça ihmal edildiği ve annenin çocuğuna karşı duygusuz davrandığı görülür. Çocuk doğası o dönemin Hıristiyanlığına göre kötülüğü simgelediği için tüm bu duygusuzluklar kabul edilir. 19. yüzyıl romanlarına baktığınızda örneğin Madame Bovary'de Emma, çocuğu doğar doğmaz bir sütnineye teslim eder; çocuk sütten kesilene kadar da yanına almaz. İlginçtir ki Müslüman bir toplum olan Osmanlıda da bu böyledir. 20. ve 21. yüzyıl özgür anne imajına karşı "özverili" ve "iyi anne" simgesinin öne sürüldüğü yüzyıllardır. Buna rağmen birçok kadının çocuğunu sokağa bıraktığını, boğduğunu ya da kendini öldürdüğünü ama bunun istatistiklere yansımadığını, ara sıra 3. sayfa haberi olduğunu biliriz. Birçok annenin, doğum sonrasını pür neşe değil, yoğun bir hüzün ve depresyonla geçirdiği de malumdur. Ancak son zamanlarda doğum sonrası depresyon olarak literatüre geçen bu duygu kadınların yeni yeni yüzleştikleri bir konu olmuştur. Tüm bunlar belki de kadınların annelik sorumluluğunu tek başına sırtlanmakta zorluk çektiğinin bir göstergesidir. Berktay'ın da belirttiği gibi, artık kadınlar tek başlarına bu sorumluluğu yüklenemez olmaya başladıklarından erkekleri de baba olmaya, baba sevgisi ve sorumluluğuna teşvik etmeye başladılar. Böylece geç de olsa sanırım 20. yüzyıldan itibaren babalık duygusu tarihinin başlangıcı yazılmaya başlandı...