beyoğlu belediye başkanlığın bağımsız adayı feminist anne ülfet taylı'nın internet adresi:
http://www.feministaday.com/
12 Mart 2009 Perşembe
5 Mart 2009 Perşembe
dişil yazın atölyesi
écriture féminine yani dişil yazı(n) dişinin kendini ifade edebileceği bir yazı olarak tanımlanabilir.
manifesto niteliğindeki metni helene cixous tarafından 1971 yılında yazılan "medusanın gülüşü" olarak kabul ediliyor. cixous, bu metinlerin tam bir tanımının verilemeyeceğini söyler. yani tamamen her "kadın"ın kendini ifade etmesine bağlı olarak son derece öznel yazılardır. écriture féminine denemelerimin yer aldığı blogum:
http://disilyazinatolyesi.blogspot.com/
feministanne@gmail.com adresine siz de denemelerinizi yollayabilirsiniz. böylece bir dişil yazın birikimi sağlanabilir. haydi siz de çıkınızı açın bakalım...
manifesto niteliğindeki metni helene cixous tarafından 1971 yılında yazılan "medusanın gülüşü" olarak kabul ediliyor. cixous, bu metinlerin tam bir tanımının verilemeyeceğini söyler. yani tamamen her "kadın"ın kendini ifade etmesine bağlı olarak son derece öznel yazılardır. écriture féminine denemelerimin yer aldığı blogum:
http://disilyazinatolyesi.blogspot.com/
feministanne@gmail.com adresine siz de denemelerinizi yollayabilirsiniz. böylece bir dişil yazın birikimi sağlanabilir. haydi siz de çıkınızı açın bakalım...
26 Şubat 2009 Perşembe
Ey meme sen nelere kadirsin!

İnsan tarihinde kadın memesi gibi birçok stratejiye tabiî olan bir başka insan organı daha yoktur herhalde. Bu meme ne menem bir şeydir ki ona sahip olan “kadın” dışında herkesin üzerine bir lafı vardır.
Tüm bir psikanaliz külliyatı bebeğin annesinin memesiyle olan ilişkisini insanın psikolojik gelişiminin kaynağı olarak belirler. Freud, bu ilişkiyi bir cinsel haz kaynağı olarak ele alırken, nesne ilişkileri kuramının öncülerinden Melanie Klein, Haset ve Şükran adlı yapıtında kuramını iyi meme ve kötü meme üzerine kurar.
Yeni anne olmuş bir kadının yavrusunun sağlıklı bir ruh sağlığına sahip olmasının memesiyle olan ilişkisine bağlı olduğunu bilmesinin üzerinde nasıl bir baskı oluşturabileceğini tahmin etmeniz zor olmasa gerek. Tam da bu noktada bir de anne ile bebeğin ilişkisini düzenleyen tüm bir pediatri bilimi devreye girer. Çocuk uzmanları saatli emzirmeyi ya da işaretle emzirmeyi savunan değişik ekollere ayrılmıştır.
Annenin bebeğini hangi aylarda ne kadar (“cc” gibi belirli ölçüler çerçevesinde), ne sıklıkla (saatte bir ya da iki, iki buçuk saatte bir gibi) emzireceğini söyler.
Tüm tıp camiası ilk altı ay mutlaka annenin bebeğini emzirmesi gerektiğini vurgularken; psikanaliz bebeğin memeyle ilişkisinin psikolojik açıdan önem taşıdığını belirtirken kamusal alanın ve çalışma sektörünün neden buna göre düzenlenmediği; neden anne olmuş, bebeğini beslemek isteyen kadının eve itildiği bilinmez?!...
Meme tüm bir pornografi endüstrisinde beslenme ve ruhsal tatmin kaynağından haz kaynağına dönüşür. Burada cinsel bir metadır. Eril kültürün memeyi tüketim biçimidir. Tüm bir estetik endüstrisi meme üzerine kuruludur. Meme dönemin yaratılan ölçütlerine göre silikonla büyütülür ya da kesilip biçilir. Memelerin saklanmasını buyuran ve bunun için sutyeni icat eden iç çamaşırı endüstrisi ve moda memeyi giydirir.
Kadın bedeninin nasıl olması gerektiğini söyleyen estetik ve giyim endüstrileriyle kadına ait organın işlevleri üzerine fikir sahibi olan tıp ve psikanaliz yanında kadın nerededir? Memesine neden sahip çıkmaz?
Kadın memeleri çıkmaya başladığı andan itibaren onları kaybeder. Birer emanet, eril kültürün değerlerinin simgeleriyle ağırlaşmış, haz uyandırma potansiyeline sahip olduğu için utanılması, saklanması gereken birer fazlalığa dönüşür memeleri. Genç kadın için güzel olma ölçütleri belirlenmiş, güzelse gurur veren ve belli ölçülerde sergilenebilir, değilse birer derttir memeleri. Anne için ise yavrusunu doğru ve uygun nasıl besleyeceği dikte edilen birer organ.
Benim mememle tanışmam emzirmeyle başladı diyebilirim; ilk zamanlarda neredeyse yirmi dört saat bebeğimi besledim, acıyan uçlarına krem sürerken, elektrikli pompayla süt boşaltırken organımı yeniden keşfettim, kanıksadım, sevdim. Sanırım bebeğimizi emzirip emzirmeyeceğimizi, emzireceksek ne zaman, ne kadar emzireceğimizi kimse bizden daha iyi bilemez. Tüm bu yabancılaştırma stratejilerine karşı “kadın”ın direnmesi gerektiğini düşünüyorum.
16 Şubat 2009 Pazartesi
beyoğlu'nun belediye başkanlığı'na aday feminist bir anne
önümüzdeki yerel seçimlerde beyoğlu'nun belediye başkanlığı "seçim için feminist kolektif oluşumu" bağımsız adayı ülfet taylı bir erkek çocuk annesi feminist bir kadın... tam bir mor rüyaya dalıyorum.
beyin oğlu, beyoğlu, gecesi ayrı gündüzü ayrı, içi beni dışı seni yakar bir semt. oğlumu bir kere götürebilme fırsatımın olduğu ama istanbul'a geldim geleli eski gençlik mekanlarımı özlediğim ki şimdi çok değişti, ortaokuldan beri zamanımım çoğunu geçirdiğim semt.
düşlüyorum; ülfet taylı başkan seçilmiş; bir pozitif ayrımcılık hakim bölgeye; merkezde yaşamak, şehre doyasıya dokunmak isteğimiz sonunda gerçekleşmiş oraya taşınmışız; çünkü bölge artık çocukla yaşanabilir hale gelmiş; bebek arabası için yer ayrılmış; en ufak boş yere çocuk parkı kurulmuş, çiçek, çim ekilmiş. portatif emzirme ve alt değiştirme kabinleri konulmuş. gece arka sokaklar dahi aydınlatılmış, geceleri yazlık bir kasabanın mesire yeri gibi güvenli ve tertemiz, çöpçüler sabah akşam faaliyette:))
eminim kadın eli değse sana, "hanım evladı" olmakla insanca yaşanan bir yer haline dönüşeceksin bey oğlu. üç çocuk yapın diyen bir başbakanı olan bir ülkenin kadın ve çocuklara kamusal alanda zerrece yaşam hakkı tanımaması ne kadar ironik oysa. acaba girin evlerinize, yaşayın kapalı kapılar ardında mı denmek isteniyor diye sormadan edemiyor insan.
umarım bu girişim düşlerimizin gerçekleşmesi yolunda bir ışık, bir umut olur.
beyin oğlu, beyoğlu, gecesi ayrı gündüzü ayrı, içi beni dışı seni yakar bir semt. oğlumu bir kere götürebilme fırsatımın olduğu ama istanbul'a geldim geleli eski gençlik mekanlarımı özlediğim ki şimdi çok değişti, ortaokuldan beri zamanımım çoğunu geçirdiğim semt.
düşlüyorum; ülfet taylı başkan seçilmiş; bir pozitif ayrımcılık hakim bölgeye; merkezde yaşamak, şehre doyasıya dokunmak isteğimiz sonunda gerçekleşmiş oraya taşınmışız; çünkü bölge artık çocukla yaşanabilir hale gelmiş; bebek arabası için yer ayrılmış; en ufak boş yere çocuk parkı kurulmuş, çiçek, çim ekilmiş. portatif emzirme ve alt değiştirme kabinleri konulmuş. gece arka sokaklar dahi aydınlatılmış, geceleri yazlık bir kasabanın mesire yeri gibi güvenli ve tertemiz, çöpçüler sabah akşam faaliyette:))
eminim kadın eli değse sana, "hanım evladı" olmakla insanca yaşanan bir yer haline dönüşeceksin bey oğlu. üç çocuk yapın diyen bir başbakanı olan bir ülkenin kadın ve çocuklara kamusal alanda zerrece yaşam hakkı tanımaması ne kadar ironik oysa. acaba girin evlerinize, yaşayın kapalı kapılar ardında mı denmek isteniyor diye sormadan edemiyor insan.
umarım bu girişim düşlerimizin gerçekleşmesi yolunda bir ışık, bir umut olur.
12 Şubat 2009 Perşembe
irigaray'ın erkek çocuk yetiştiren annelere öğüdü...
ben sen biz'i okuyorum hala; irigaray,
annelerin kız çocuklarına erkek çocuklar gibi yapmayı öğretmemelerini, aksine erkek çocuklarını cinsel olarak erkek kimliklerini koruyarak kız çocuklarınınkiyle aynı toplumsal erdemlere sahip olacak şekilde eğitmelerini öğütlüyor.
nedir bu toplumsal erdemler? sessiz ve sakin olmak, kısık sesle konuşmak, savaşçı ve gürültücü oyunlar oynamamak, başkalarına karşı nazik olmak, sabırlı ve alçakgönüllü olmak.
irigaray, freud'a dayanarak eril cinselliğin gerginlik, boşalma ve rahatlamadan oluşan bir yapıya sahip olduğunu belirtir. bu tarz bir cinselliğe karşılık gelen kültürel manzara savaş ve saldırganlıktan ibaret oluyor. işte bunu önlemenin tek yolu erkek çocuklarını farklı yetiştirmek.
savaşı eleştiriyoruz ama çocuklarımız hala savaş oyuncakları ve oyunlarıyla büyüyor (örneğin şu anda aklıma gelen 'star wars-yıldız savaşları' filmi ve oyuncakları (ışın kılıcı!!!) ne kadar masum görünürse görünsün tüm bunlar saldırgan davranışların ve imgelerin artmasına neden oluyor. üstelik çocukların ve yetişkinlerin zihninde barış ve önemi konusunda bir bilincin oluşmasını güçleştiriyor.
annelerin kız çocuklarına erkek çocuklar gibi yapmayı öğretmemelerini, aksine erkek çocuklarını cinsel olarak erkek kimliklerini koruyarak kız çocuklarınınkiyle aynı toplumsal erdemlere sahip olacak şekilde eğitmelerini öğütlüyor.
nedir bu toplumsal erdemler? sessiz ve sakin olmak, kısık sesle konuşmak, savaşçı ve gürültücü oyunlar oynamamak, başkalarına karşı nazik olmak, sabırlı ve alçakgönüllü olmak.
irigaray, freud'a dayanarak eril cinselliğin gerginlik, boşalma ve rahatlamadan oluşan bir yapıya sahip olduğunu belirtir. bu tarz bir cinselliğe karşılık gelen kültürel manzara savaş ve saldırganlıktan ibaret oluyor. işte bunu önlemenin tek yolu erkek çocuklarını farklı yetiştirmek.
savaşı eleştiriyoruz ama çocuklarımız hala savaş oyuncakları ve oyunlarıyla büyüyor (örneğin şu anda aklıma gelen 'star wars-yıldız savaşları' filmi ve oyuncakları (ışın kılıcı!!!) ne kadar masum görünürse görünsün tüm bunlar saldırgan davranışların ve imgelerin artmasına neden oluyor. üstelik çocukların ve yetişkinlerin zihninde barış ve önemi konusunda bir bilincin oluşmasını güçleştiriyor.
25 Ocak 2009 Pazar
"anne" olma durumu üzerine düşünceler-güneş yanığı bir fotoğraf...
8 Şubat 2009, İstanbul
"anne"; "annelik ne de yakışmış", "ne güzel bir anne olmuşsun yavrum" v.b: bu sözleri duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor; ürperiyorum. bebeğimi ve beni görmeye gelenlerin ağzından dökülen bu tek kelimeye geçmişte yüklemiş olduğum anlam yeniden canlanıp "ben" dediğim kurguya eklemlenirken zorlanıyorum.
beni yoran daha çok bana katılıp beni çoğaltan halkalardan hafifleyip eski yapabilirliklerime kavuşma değil yeni katmanlarıma yüklediğim anlamlarla uzlaşma çabası. o "anne" sözcüğündeki yavan, pelteleşmiş tat; sinmiş, bezmiş, silik silueti. içimi ezen herkese verme hali; o herkesi koruyan, gözeten, yediren, doyuran, dinleyen, etrafta gıdaklayan tombul anaç tavuk... hep başkaları için bir şeyler yapan, kendi ortalıkta olmayan hayalet... her şeyden önce anne olma hali; kimliğini yutan, öğüten tek bir potada eriten durum...
irigaray okumalarım yardımıma koşuyor;
eril kültürdeki annenin bedeninden ve kendisinden sonsuz faydalanılabilirlik anlayışının ne kadar yanlış olduğunu söylemesi. fedakar anne imgesi; anaç, kendisini çocuklarına adamış, kendi yaşam alanı olmayan. aa anne var "annecik" var diyerek kendine ait yaşamı olan anneler kınanmaz mı? annelik baskısını hangi kadın hissetmemiştir; hangi kadın çocuğuna yetip yetmediği, "iyi" anne olup olmadığı konusunda kendini sorgulamamıştır ki?
bir fotoğraf, bir akşamüstü, yaz;
muhtemelen etraf patlıcan, biber ve kabak kızartması kokuyor; cırcır böcekleri ötüyor; hafif bir meltem; merdiven basamağına oturmuş güneşten bronzlaşmış iki küçük kız ve anneleri. güzel, içten gülümsemesiyle fotoğraf makinasının merceğine bakan anne yorgun ama mutlu ve huzurlu görünüyor. hangi anne yazın yazlıkta dinlenebilir ki, kızlarını denize götürmüş sonra yıkanılmış, giyinilmiş ve yemekten önce hava almaya dışarı çıkılmış.
neden tüm annelik kavramına yüklenen, yüklediğimiz çerçöpten sıyrılarak yalnızca o akşamüstü için, yalnızca kızlarını yıkayıp giydirdiği için irigaray'ın dediği gibi eril kültürden doğal ve tinsel bedenini borçluluk duymadan tüketmesini öğrendiğimiz anneye şükranlarımızı dile getiremiyoruz ki?
annenin kendine ait odası olamaz mı?
ve neden "anneler ve kızları kültürlerimizde ancak anneler kabilesine dahil olmalarını sağlayacak sınavda başarılı olduktan sonra bir araya gelebilirler"? (108-109)
"anne"; "annelik ne de yakışmış", "ne güzel bir anne olmuşsun yavrum" v.b: bu sözleri duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor; ürperiyorum. bebeğimi ve beni görmeye gelenlerin ağzından dökülen bu tek kelimeye geçmişte yüklemiş olduğum anlam yeniden canlanıp "ben" dediğim kurguya eklemlenirken zorlanıyorum.
beni yoran daha çok bana katılıp beni çoğaltan halkalardan hafifleyip eski yapabilirliklerime kavuşma değil yeni katmanlarıma yüklediğim anlamlarla uzlaşma çabası. o "anne" sözcüğündeki yavan, pelteleşmiş tat; sinmiş, bezmiş, silik silueti. içimi ezen herkese verme hali; o herkesi koruyan, gözeten, yediren, doyuran, dinleyen, etrafta gıdaklayan tombul anaç tavuk... hep başkaları için bir şeyler yapan, kendi ortalıkta olmayan hayalet... her şeyden önce anne olma hali; kimliğini yutan, öğüten tek bir potada eriten durum...
irigaray okumalarım yardımıma koşuyor;
eril kültürdeki annenin bedeninden ve kendisinden sonsuz faydalanılabilirlik anlayışının ne kadar yanlış olduğunu söylemesi. fedakar anne imgesi; anaç, kendisini çocuklarına adamış, kendi yaşam alanı olmayan. aa anne var "annecik" var diyerek kendine ait yaşamı olan anneler kınanmaz mı? annelik baskısını hangi kadın hissetmemiştir; hangi kadın çocuğuna yetip yetmediği, "iyi" anne olup olmadığı konusunda kendini sorgulamamıştır ki?
bir fotoğraf, bir akşamüstü, yaz;
muhtemelen etraf patlıcan, biber ve kabak kızartması kokuyor; cırcır böcekleri ötüyor; hafif bir meltem; merdiven basamağına oturmuş güneşten bronzlaşmış iki küçük kız ve anneleri. güzel, içten gülümsemesiyle fotoğraf makinasının merceğine bakan anne yorgun ama mutlu ve huzurlu görünüyor. hangi anne yazın yazlıkta dinlenebilir ki, kızlarını denize götürmüş sonra yıkanılmış, giyinilmiş ve yemekten önce hava almaya dışarı çıkılmış.
neden tüm annelik kavramına yüklenen, yüklediğimiz çerçöpten sıyrılarak yalnızca o akşamüstü için, yalnızca kızlarını yıkayıp giydirdiği için irigaray'ın dediği gibi eril kültürden doğal ve tinsel bedenini borçluluk duymadan tüketmesini öğrendiğimiz anneye şükranlarımızı dile getiremiyoruz ki?
annenin kendine ait odası olamaz mı?
ve neden "anneler ve kızları kültürlerimizde ancak anneler kabilesine dahil olmalarını sağlayacak sınavda başarılı olduktan sonra bir araya gelebilirler"? (108-109)
13 Ocak 2009 Salı
anne-kız

fotoğraf: julie harris
evde elimde okuyacak iş yoksa, yangından mal kaçırır gibi kendime ayırabildiğim zamanlarda (tuvalette, herkes yattıktan sonra bedenimdeki ağrılarla kendimi salondaki kanepeye attığımda, gündüz oğlum uyurken bilgisayar başında) yaptığım okumalarımın muhakkak bir kısmı feminizm ve feminist annelik üzerine oluyor. yine irigaray ile devam ediyorum. irigaray, ataerkil, fallus egemen düzenin kısırdöngüsünden çıkmanın, kız çocuklarına bir düşünce ya da tin olanağını kazandırmanın çaresini anne-kız çocuğu ilişkilerinin gelişiminde buluyor; birkaç pratik öneri vermiş.
irigaray'ın bazı önerileri anne ile kız arasındaki dil kullanımlarıyla ilgili. bunlar bizim toplumumuza uymuyor; fransızcada dişil ve eril ayrımı var; buna göre dişil "article"ını alan kelimelerle eril "article"ını alan kelimeler arasında hiyerarşik bir sınıflama var. ayrıca zamirler bu anlamda sorunlu. örneğin "ayşe ile ahmet sinemaya gitti" cümlesini üçüncü çoğul zamirle "onlar sinemaya gitti" şeklinde söylerken "ils" yani erkek üçüncü çoğul zamiri kullanılıyor; irigaray, kız çocuklarıyla anneleri konuşurken bu ayrımları azami kullanmalarını, dişil üçüncü zamirlere ağırlık vermelerini önerir. ama türkçede böyle bir kullanım olmamasına rağmen diğer bütün diller gibi o da eril, yani kadının deneyimlerini ifade etmesi için oldukça kısır; bu anlamda biz de annelerimizle, kız kardeşlerimizle, yakın arkadaşlarımızla ve kızlarımızla aramızda bir kadın dili oluşturabiliriz. kendimizi bu dilde yazarak ifade edebiliriz. mesela ben günlüğümü yazarken yeni kelimeler icat edip onları kullanabilirim.
irigaray'ın bunlar dışındaki bazı önerilerin oğlumla ilişkimde bazılarını annemle ilişkimde uygulamayı düşündüm:
1. yaşama ve beslenmeye bir kez daha saygı duymayı öğrenmek. bunun anlamı, anneye ve doğaya saygıyı yeniden kazanmaktır. tüm borçların yalnızca parayla ödenemeyeceğini ve tüm besinlerin satın alınamayacağını genellikle unutuyoruz. bu durum, açıkça erkek çocuklarını da ilgilendiriyor, ama dişil bir kimliğin yeniden keşfi için kaçınılmaz. (bence insan merkezli bakışı sorgulayabilmek adına bir annenin oğluna mutlaka öğretmesi gereken en önemli mefhum doğaya saygı, insan dışındaki diğer canlara saygı)
2.her evde ve halka açık yerlerde, anne-kız çocuğu çiftinin (reklam içermeyen) çekici görüntüleri yer almalıdır. (...) ayrıca kendilerinin kız çocuklarıyla ya da anneleriyle çektirdikleri fotoğrafları asmalarını salık veririm. (ben salonuma annem, kız kardeşim ve benim birlikte küçükken çektirdiğimiz fotoğrafı koydum bile:) yazlıkta bahçedeki merdivenin bir basamağına üçümüz sırayla dizilmişiz. annem genç ve güzel, denizden sonra bizi yıkamış güzelce giydirmiş, akşamüstü hava almaya çıkartmış, beş-altı yaşlarındayız. fotoğrafı bulmam, kütüphanenin bir köşesine yerleştirmem ve bu esnada fotoğrafı incelemem bile annemin, arka arkaya doğurduğu bize nasıl baktığı, bizimle ilişkisi üzerine az da olsa düşünmemi sağladı bile. (bu konuyla ilgili günlüğüme bir şeyler karalayacağım)
3. anne kadının, çocuk kadınla konuşması, dişil dilsel biçimler kullanması, her ikisini de ilgilendiren konulardan söz etmesi, kendisi hakkında konuşması ve kızlarından da aynı şeyi yapmasını istemesi, soyağacını, özellikle kendi annesiyle ilişkisini gündeme getirmesi, kızına günümüzde kamusal kişilik haline gelmiş ya da tarihte ve mitolojideki kamusal kişiliğe sahip kadınlardan söz etmesi (bence çok önemli bir konu; çocuklara masal anlatırken bu kahramanlar kullanılabilir).
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)