28 Ağustos 2013 Çarşamba

erkek kaynaklı şiddetin nedenlerini erkeklik çalışmaları (masculinities studies) öncüsü michael kaufman oldukça iyi temellendiriyor: http://www.michaelkaufman.com/wp-content/uploads/2008/12/kaufman-erkek-kaynakli-siddetin-7-nedeni-turkish.pdf

7 Mayıs 2013 Salı

Masallarda cadılar hep kötüdür, iyi olanlar ise perilerdir. Peki masalların anlatıcıları, yazarları kimlerdir? Cadı ve peri karakterlerine biraz dikkatlice bakarsak aktaranların kadınlar olmalarına rağmen, yaratıcılarının erkekler olduğunu rahatça söyleyebiliriz. Cadı toplum kurallarının dışında konumlandırılan yani marjinal olan, kontrol edilemeyen, özgürce harekete edebilen ve çok az kişinin bildiği büyü bilgisine sahip güçlü ama çirkin bir kadın karakter, peri ise saf, masum, uysal, büyü ve sihir alanında genellikle cadılardan daha az iktidara sahip güzel yaratıklardır. Burada erkeklerin fantezisinde yani hayal gücünde ikiye bölünmüş bir kadın vardır adeta, bir yanı korkutan ve onaylamadıkları belki zaman zaman arzuladıkları, bir yanı ise onayladıkları niteliklere sahip. Bu ikili kadın imgeleminin izini mitolojide, tek tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında, kolektif bilinçdışında bolca çeşitlenerek bulmak mümkündür: Hera, Afrodit, Havva, Lilith, Medusa, Meryem... Üstelik bu korku ve nefret yalnızca imgelemde, edebiyatta kalmaz. Cadılardan korku ve hatta nefretin tezahürü 15. yüzyılda cadılara karşı başlatılan avda kendini gösterir. 60.000 kadar kadın cadılık suçlamasından yakılarak öldürülmüştür. Bu kadınlar tek tanrılı dinlerden öncesinin yani pagan dünyanın yani kutsal alanın kadınların elinden alınmadığı zamanın kadim bilgisini taşımaktadırlar. Tanrı erkekleşmeden, Tanrı baba olmadan ve erkekler karşı cins üzerinde bir tahakküm kurmadan öncesinin, tanrılarla tanrıçaların birlikte eşit yaşadığı bir dünyanın kadınları. Amaç yeni erkek sistemi kurarken bu eski dünyayı hatırlatacak her şeyin temizlenmesi olduğundan onlar da bu yeni dünyadan yok edilmelidir. Böylece kadınların elinden tüm iktidar alanları alınacaktır: kutsal alan ve şifacılık. Şifa gücü, modern dünyada kadınların elinde alınıp erkeklere verilmeden önce, doğadaki her canlının özellikleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahiptir bu kadınlar. Hamilelik, doğurma, besleme, hastalıkları iyileştirme... Masallarda korkulduğu için kötünün sembolü haline gelen cadının içine envai çeşit bitkiyi atıp karıştırdığı kazanın sahibidirler. Tüm bu stratejik güç savaşı, kadınları güçsüzleştirme politikası, dile ve masallar yansır; cadı kazanı, kocakarı ilacı gibi pejoratif anlamaların ortaya çıkması tesadüfü değildir. Yine de kuşaklardan kuşağa annelerimiz bu bilgiyi aktarmaya çalışmışlardır; ama sakatlanarak ve erkek egemen dünya ile işbirliği yaparak. Çocuklarımıza anlattığımız masalların, izlettiğimiz çizgi filmlerin bu bilgi aktarımında önemli bir yeri var. Eğer erkeklerin zihnine hizmet edeceksek iyi ve kötü kızlar ayrımını veren mesajları üreten masallar ve çizgi filmleri seyrettirebiliriz. Güzelliğin fetişleştirildiği, beyaz atlı prensin beklendiği, ancak güzellerin prens tarafından kurtarılmayı hak ettiği, çirkin kızların yaşanan dünyada yer alma hakkının hiçbir şekilde bulunmadığı bir dünya. Ama bu zihniyete, kızların kendilerini erkeklerin fantezisinden, gözünden seyretmesine, onların onayıyla yaşamasına (pamuk prensesteki üvey annenin aynada erkek cine güzel olup olmadığını sorması ve güzelsin demesini beklediği gibi) bir dur diyeceksek, farklı masal ve çizgi film arayışı içinde olmalıyız. Aynı şekilde oğullarımızın da tahakküm üreten bir zihniyete sahip olmasını böylece engelleyebiliriz. Miyazaki'nin Kiki's Delivery Service adlı çizgi filmi bu açıdan biçilmiş kaftan. Ve fark ettim ki annemin küçükken bana "cazı" demesi şimdilerde içimde hissettiğim gücün kaynağı...

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Geçmiş anneler günü kutlu olmasın!

Geçmiş anneler günü kutlu olmasın! Sevgi Soysal'ın, İletişim yayınlarından Bakmak adıyla kitaplaştırılan, 1976 yılında Politika gazetesinde yayınladığı yazılardan biri anneler günüyle ilgili: "Anası Bellenenler Günü". Herhalde bugüne en uygun başlıklardan biri. Sevgi şöyle diyor: "Öyle ya, biz analara çok önem veren bir toplumuz. Bunu anlamak da son derece kolaydır. Herhangi bir mahalle arasında top oynayan, itişip kakışan veletlere kulak verin yeter. Har an birbirlerinin anasını söverler. "Ulan ananı...tirme şimdi. anasını...tiğimin... ulan şimdi ananı..." Bu alandaki malzemeyi sıralamaya kalksam yazı biter de tefrika olur. (...) Çocuklarımız analarını durmadan anarken, büyüklerimiz geri kalır mı? Karakollardan asker ocaklarımıza emniyet bodrumlarından, kontrgerilla köşklerine dek yurdumuzun dört bucağında analara dolu dolu ve sunturlu sunturlu sövülmektedir. Daha ne olsun? Erkekleri kahvede pişbirik oynarken tarlada kadınca işler yapan, bu arada hem doğuran, çocuk düşüren, kanamadan ölen ve böylece bellenen analarımız da caba. Doğrusu ya çok bellenir bizim analarımız. Hem bizim anamız, hem analarımız bizzat bellenir durur"(s.76-77) Geçmiş anneler günü kutlu olmasın! New York Times'da yeni çıkan yazıdaki tespitler şaşırtıcı değil, http://www.nytimes.com/2012/04/26/world/europe/women-see-worrisome-shift-in-turkey.html?_r=1 bulunduğumuz topraklar kadın haklarında kara listede, aile içi şiddetten ölen kadınların oranı yüzde bin yedi yüz artmış,bu durumda anneler gününü kutlama iki yüzlülüğünü göstermenin ne anlamı var!? annelere rüşvetmişçesine verilen bir günlük değer yerine,kadına karşı şiddet durmadan anneler gününü kutlamamayı tercih etmeli...
(Nancy Spero)

7 Aralık 2011 Çarşamba

"kadınların daha az kadın, erkeklerin daha az erkek ama buna karşılık her iki cinsin de daha fazla insan olduğu bir geleceğe..."


Fatmagül Berktay'ın "Annelik Sevgisinden Babalık Sevgisine Duyguların İlginç Serüveni" başlıklı yazısı, Elizabeth Badinter'in maalesef satış dışı olan kitabı Annelik Sevgisi üzerine. Badinter, annelik hissinin toplumsal tarihini ele almış. Berktay da bu vesileyle zamanımızda hissettiğimiz annelik sevgisinin kadın doğasının kopmaz bir parçası olmadığına değiniyor yazısında. Tıpkı çocukluğun da bir tarihi olduğunu eklediği gibi. Badinter'in araştırmasına göre örneğin, 17. ve 18. yüzyıl Fransası'nda, günümüzle karşılaştırıldığında çocuğun oldukça ihmal edildiği ve annenin çocuğuna karşı duygusuz davrandığı görülür. Çocuk doğası o dönemin Hıristiyanlığına göre kötülüğü simgelediği için tüm bu duygusuzluklar kabul edilir. 19. yüzyıl romanlarına baktığınızda örneğin Madame Bovary'de Emma, çocuğu doğar doğmaz bir sütnineye teslim eder; çocuk sütten kesilene kadar da yanına almaz. İlginçtir ki Müslüman bir toplum olan Osmanlıda da bu böyledir. 20. ve 21. yüzyıl özgür anne imajına karşı "özverili" ve "iyi anne" simgesinin öne sürüldüğü yüzyıllardır. Buna rağmen birçok kadının çocuğunu sokağa bıraktığını, boğduğunu ya da kendini öldürdüğünü ama bunun istatistiklere yansımadığını, ara sıra 3. sayfa haberi olduğunu biliriz. Birçok annenin, doğum sonrasını pür neşe değil, yoğun bir hüzün ve depresyonla geçirdiği de malumdur. Ancak son zamanlarda doğum sonrası depresyon olarak literatüre geçen bu duygu kadınların yeni yeni yüzleştikleri bir konu olmuştur. Tüm bunlar belki de kadınların annelik sorumluluğunu tek başına sırtlanmakta zorluk çektiğinin bir göstergesidir. Berktay'ın da belirttiği gibi, artık kadınlar tek başlarına bu sorumluluğu yüklenemez olmaya başladıklarından erkekleri de baba olmaya, baba sevgisi ve sorumluluğuna teşvik etmeye başladılar. Böylece geç de olsa sanırım 20. yüzyıldan itibaren babalık duygusu tarihinin başlangıcı yazılmaya başlandı...

10 Mayıs 2011 Salı

anneler gününe özel

"Tüm dünya için sadece bir kişi olabilirsin fakat bazıları için sen bir dünyasın."
Gabriel Garcia Marquez.

27 Nisan 2011 Çarşamba

annelik paradoksu

"Annelik içgüdüseldir" söylemi bir kitapçıya girdiğinizde rafta dizi dizi size sırıtan doktorların ve pedagogların görüşlerinden oluşan "çocuğunuz...." diye başlayan başlıklı kitapları gördüğünüz an biter. Ve onun yerine annelik öğrenilen, öğretilen bir bilince dönüşür ve bilinçli bir anne oluverirsiniz; peki bilinçsiz anne nasıl olur?

Yeri geldiğinde annelik içgüdüseldir. Bunaldığınızda, sıkıldığınızda, yalnız kalmak istediğinizde, tuvalet, yemek lüks haline geldiğinde kendinizi bir off çekerken yakaladığınızda iç sesiniz "kötü bir anne miyimle" başlayan bir vicdan muhasebesine dönüştüğünde ya da yakınınızdaki herkes çocuğunuz yalnızca size aitmiş de ona emaneten bakıyormuş gibi davranmaya hazır olduğunda anne-çocuk ilişkisi çok "özel" olur ve siz içgüdüsel olarak çocuğunuza karşı en ufak bir sıkılma hissi geliştirmemelisinizdir yoksa bu biyolojik olarak sizde bir şeylerin normal gitmediğine delalet eder. Her anne yirmi dört saat sabırla ve sevgiyle çocuğuna bakmak üzere yaratılmıştır. Aksi düşünülemez. Ve çocuğa anneden başka hiç kimse anne kadar yakın olamaz ve hiç kimse anne kadar iyi bakamamalıdır. Aksi durumda annede bir sorun vardır.

Yeri geldiğinde annelik öğrenilen bir şeydir. Çocuğunuzu giydirir dışarı çıkarsınız, her köşe başında biri sizi durdurur, çocuğun üstü incedir, üşüyüp hastalanacaktır. Tecrübesiz annelere tecrübeliler çocuğu nasıl giydireceğinden, yaramazlık yaptığında nasıl davranacağına kadar akıl verir. Ve bir dolu kitap anneliği öğretir.

Ne menem bir şeydir şu annelik ki anneyle çocuğu kimse rahat bırakmadığı gibi anne de çocuğu istediği zaman gönlü rahat, rica minnet çekmeden kimseye bırakıp gezip tozamaz. Evet "gezip tozamaz", çünkü ancak bir işi varsa çocuk yakınlarına emanet edilebilir; ya da haftada bir gün ve saat aralıkları belirlenecek, anne o zaman diliminde "hapishanesinden" açık hava iznine çıkacaktır.

İçgüdüsel insan türüne ait evrensel bir annelik varsa kültürlere göre değişen annelikler nereden çıktı? Kedilerin anneliği türden türe değişiyor mu? Yoksa insanı (beyaz erkek) hayvandan ayıran toplumsallık ve kültür olgusu mu anneliği oluşturuyor?

15 Kasım 2010 Pazartesi

j'ai tué ma mère/annemi öldürdüm


önce gelecekte bir saniye bile olsa benden nefret edeceğini bilmenin sıkıntısı düştü içime, sonra sema kaygusuzun yüzünde bir yerde "annenin, ölümü doğuran olduğu" geldi aklıma; sonra kudret hocanın anneliğin tamamen narsistik bir durum olduğunu söylemesi. araya bir es verdim; anneliğimden sıyrılıp bir an mesafeli bir duruş sergiledim ve bir patriyarka safsatası olduğuna inandığım psikanalitik yaklaşımla baktım filme ister istemez. annesiyle mutlu bir yaşam kurduğu krallığından sürülen çocuğun annesiyle bir daha birlikte olamayacağını, yitirdiği cennete dönemeyeceğini anlamasıyla birlikte gelen bunalımı, baba figürünün yokluğu -freud olsaydı bir erkek figürüyle özdeşleşememesinden dolayı gay olduğunu söylerdi sanırım-. diğer yandan tek başına çocuğunu yetiştirmeye çalışan annenin erkek egemen ideolojinin söylemine kafa tutuşuyla feminist bir dokunuş. film genel anlamda cinsiyetçi ideolojiyi eleştiren bir tutum sergilese de anne-baba-çocuk üçgeninde ödipal söylemi üretme tuzağına düştüğü noktalarda maalesef uzaklaşıyor bu duruştan. özellikle gelinlik giymiş anne sahnesinde. sonra gittim oğlumu öptüm; sonra annemi düşündüm, ondan nefret ettiğim anları... janice radway'in teorisi geldi aklıma. beyaz dizilerin, pembe romansların yapısını çözümlediği meşhur teorisi. ev kadınlarının bu romanlarda küçüklüklerinde anneleriyle olan huzurlu ilişkilerindeki duygusal tatmini bulduklarını iddia ediyordu radway. koruyucu, maddi ve manevi anlamda güçlü, kadına her istediğini vermeye hazır erkek figürünün esasında çocuğun annesiyle ilişkisindeki ilk zamanları, sıcak, korunaklı, güvenli dönemin tatmin duygusunu kadına verdiğini söylüyordu. yani erkek kadının ilk sevgilisi olan annenin yerine geçiyordu esasında. homofobik bir toplumda yaşadığımız için anlatılarda bu açığa hiçbir zaman çıkamıyordu. oysa bunun tersine gündelik hayatımızda erkeklerin anneleri gibi bir eş aradığı üzerine çok konuşulur. radway erkek gözüyle yazıldığı için daha çok oğlan çocuğunun ruhsal gelişimine odaklanan psikanalizde kız çocuğunun annesiyle olan ilişkisi hakkında bir tespitte bulunarak bir anlamda eksik kalan bir parçayı tamamlıyordu. yani tıpkı erkeğin sevgilisinin metaforik ya da gerçekte annesi olması gibi, kadının ya da homoseksüel birinin sevgilisinin de "anne" olması düşüncesi. bir daha o huzurlu ana ulaşamayacağımızı biliyoruz, ama o anları birlikte yaşadığımız kişi karşımızda hiçbir şey olmamış gibi, tıpkı bir "alzeilmer"lı gibi duruyor, onu sarsıyoruz, derdimiz onunla, her şey eskisi gibi olsun istiyoruz; olmamasının suçlusunun o olduğunu düşünüyoruz ve ondan nefret ediyoruz.
anne olmak, bir canlının evreninde tahayyül edilemeyecek izler bırakmak...