15 Kasım 2010 Pazartesi

j'ai tué ma mère/annemi öldürdüm


önce gelecekte bir saniye bile olsa benden nefret edeceğini bilmenin sıkıntısı düştü içime, sonra sema kaygusuzun yüzünde bir yerde "annenin, ölümü doğuran olduğu" geldi aklıma; sonra kudret hocanın anneliğin tamamen narsistik bir durum olduğunu söylemesi. araya bir es verdim; anneliğimden sıyrılıp bir an mesafeli bir duruş sergiledim ve bir patriyarka safsatası olduğuna inandığım psikanalitik yaklaşımla baktım filme ister istemez. annesiyle mutlu bir yaşam kurduğu krallığından sürülen çocuğun annesiyle bir daha birlikte olamayacağını, yitirdiği cennete dönemeyeceğini anlamasıyla birlikte gelen bunalımı, baba figürünün yokluğu -freud olsaydı bir erkek figürüyle özdeşleşememesinden dolayı gay olduğunu söylerdi sanırım-. diğer yandan tek başına çocuğunu yetiştirmeye çalışan annenin erkek egemen ideolojinin söylemine kafa tutuşuyla feminist bir dokunuş. film genel anlamda cinsiyetçi ideolojiyi eleştiren bir tutum sergilese de anne-baba-çocuk üçgeninde ödipal söylemi üretme tuzağına düştüğü noktalarda maalesef uzaklaşıyor bu duruştan. özellikle gelinlik giymiş anne sahnesinde. sonra gittim oğlumu öptüm; sonra annemi düşündüm, ondan nefret ettiğim anları... janice radway'in teorisi geldi aklıma. beyaz dizilerin, pembe romansların yapısını çözümlediği meşhur teorisi. ev kadınlarının bu romanlarda küçüklüklerinde anneleriyle olan huzurlu ilişkilerindeki duygusal tatmini bulduklarını iddia ediyordu radway. koruyucu, maddi ve manevi anlamda güçlü, kadına her istediğini vermeye hazır erkek figürünün esasında çocuğun annesiyle ilişkisindeki ilk zamanları, sıcak, korunaklı, güvenli dönemin tatmin duygusunu kadına verdiğini söylüyordu. yani erkek kadının ilk sevgilisi olan annenin yerine geçiyordu esasında. homofobik bir toplumda yaşadığımız için anlatılarda bu açığa hiçbir zaman çıkamıyordu. oysa bunun tersine gündelik hayatımızda erkeklerin anneleri gibi bir eş aradığı üzerine çok konuşulur. radway erkek gözüyle yazıldığı için daha çok oğlan çocuğunun ruhsal gelişimine odaklanan psikanalizde kız çocuğunun annesiyle olan ilişkisi hakkında bir tespitte bulunarak bir anlamda eksik kalan bir parçayı tamamlıyordu. yani tıpkı erkeğin sevgilisinin metaforik ya da gerçekte annesi olması gibi, kadının ya da homoseksüel birinin sevgilisinin de "anne" olması düşüncesi. bir daha o huzurlu ana ulaşamayacağımızı biliyoruz, ama o anları birlikte yaşadığımız kişi karşımızda hiçbir şey olmamış gibi, tıpkı bir "alzeilmer"lı gibi duruyor, onu sarsıyoruz, derdimiz onunla, her şey eskisi gibi olsun istiyoruz; olmamasının suçlusunun o olduğunu düşünüyoruz ve ondan nefret ediyoruz.
anne olmak, bir canlının evreninde tahayyül edilemeyecek izler bırakmak...

7 Kasım 2010 Pazar

anneler bir araya gelse belki...

Simone de Beauvoir İkinci Cins'te "kadın doğulmaz kadın olunur" dediği zaman, yüzyıllardır inandırmak ve inanmak erkeklerin işine gelmiş bir görüşü sorgulamıştır. Kadınlık denilen ne menem şey ise işte onun doğuştan biyolojik olarak iliklerimize işlemiş , duygusal, merhametli, erkek aklının, mantığının dışında, hayalperest, uysal, kırılgan, duyarlı, ince ruhlu, v.b... tonca niteliği doğuştan getirdiğimize olan inanca, kadınlığın doğal bir kategori olduğu inancına hayır demiştir. Bu inanıştan dolayı kadınlar uzun süre eğitim görememişlerdi, çünkü zekaları erkeklerinkinden daha azdır, akılları ermez ne felsefeye ne matematiğe, v.b... Onlara oy hakkı vermenin bir anlamı yoktur, nasılsa muhakemeleri oy vermek için yetersizdir. Bu yüzyıllar boyunca böyle gitmiş, bu durum 19. y.y'da yavaş yavaş sorgulanır olmuş, 1960'larda ise üzerine kadınlar tarafından teoriler üretilmeye başlanmıştır. Son gelinen nokta, kadınlığın biyolojiyle hiç alakası olmadığı, kadınlığın, kadınların küçüklüklerinden itibaren içinde büyüdükleri toplumsal cinsiyet politikaları sonucunda üretildiği görüşüdür. Bu bakış açısı erkeklik konusunda da geliştirildi. Ve erkeklik çalışmaları erkekler üzerindeki rolleri ayrıştırdı, erkeklerin de yaratılan politikalar yüzünden sıkıntıda olduğu söylenir oldu. Burada bir nefes alayım ve bir anne olarak son zamanlarda yaşadığım kafa karışlıklığına değineyim. Zaten bu yazıyı yazmamdaki gaye de bu. Ben erkekliğin de kadınlığın da tamamen toplumsal cinsiyet politikalarıyla belirlendiğine inanıyorum. Dolayısıyla "aa o oğlan çocuğu tabii ki silahla oynayacak, bebekle mi oynasın" söylemine uzak biriyim. Oğlumun hani şu pompalanan güçlü, şiddet sever, kavgacı, erkekliğini fetişleştirmiş erkeklerden olmamasının ailenin tutumuyla oluşabileceğine inanıyorum. Ancak son zamanlarda kafam oldukça karışmıştı. Oğlumuzun şiddet içeren hiç bir şeyle temas etmemesine çok ama çok dikkat ediyorduk, ediyoruz demiyorum çünkü durum şu anda kontrolümüzün dışında seyr ediyor, biz de ağzımız açık bakakalıyoruz. Bir çocuğun elinde oyuncak silah gördüğümde tüylerim diken diken olurdu. Tanrı Kent filminden fırlamış, sokak aralarında oyuncak silahlarla birbirlerini öldüren çocukları içim sızlayarak seyreder annelerine küfrederdim. Ama üç,dört ay önce oğlum bir lego parçasını bize doğrultup "dışın dışın" dediği zamandan bu yana bu konunun anneleri aştığını farketmiş bulunmaktayım. Önce kafam şu biyoloji, toplumsal meselesinde karıştı. Acaba insan doğarken içinde şiddet parçaları taşıyor muydu? Çok barışçıl bir kabilede doğsa, hiç silah, savaş görmemiş olsa bulduğu bir sopayı eline alıp oraya buraya vurabilir miydi? Derinlemesine antropolojik araştırma gerektiren bir konu, araştırmalı. Ancak ben toplumsal olanın daha etkili olduğu konusuna inanmış biri olarak, bizim dışımızda gelişen bu şiddetin nereden geldiğine bakmaya başladım tabii ki. Ne kadar aptaldım ki anlayamamıştım, oğlum parka gidiyordu, orada eli silahlı çocuklar vardı. Sonra oğlum, şu TRT Çocuk, Nikoledeon denilen, reklamlarıyla (power rangerslar,ışın kılıçları, v.b) içerdiği bazı çizgi filmleriyle birçok şiddet öğesine maruz kalıyordu. Televizyon seyrettirmeme konusu, çalıştığım için beni çoktandır aşmıştı. Şimdi bu safhanın sabırla geçmesini bekliyoruz, her oyun girişiminde onu barışçıl oyunlara yönlendiriyor, masallarla, v.b. başka şeylere dikkat çekmeye çalışıyoruz. Ama maalesef değişim için öncelikle işin bireyde bittiğine inanan ben, anne olduktan sonra bir kere daha yanıldığımı anladım. İş bireyde bitmiyor, iş toplu olarak daha majör şeyleri değiştirmek için adım atmakta bitiyor. mesela vergilerimizle beslenen bir devlet kanalı olan TRT Çocuktaki reklamların kaldırılması için bir şeyler yapmakta, devlet kanalında olsun, özel kanalda olsun gösterilen çizgi filmlerin hiçbirinin şiddet öğesi barındırmaması için uğraş vermekte yatıyor. Oyuncak silah denilen "oyuncağın" tamamen kaldırılması için kampanya yapmakta yatıyor, v.b... Ve tabii ki öncelikle olumlu değişimin çocuklardan başladığına bunun da bilinçli annelerle olacağına inanan birçok annenin bir araya gelmesi gerekiyor.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

woman is the nigger of the world



Woman is the nigger of the world
Yes, she is, think about it
Woman is the nigger of the world
Think about it, do something about it

We make her paint her face and dance
If she won't be a slave, we say that she don't love us
If she's real, we say she's trying to be a man
While puttin' her down, we pretend that she's above us

You know, woman is the nigger of the world, yeah
If you don't believe me, take a look at the one you're with
Woman is the slave to the slave
Ah, yeah, if you believe me, scream about it

We make her bear and raise our children
And then we leave her flat for being a fat old mother hen
We tell her, home is the only place she should be
Then we complain that she's too unworldly to be our friend

Well, now, woman is the nigger of the world, yeah, she is
If you don't believe me, take a look at the one you're with
Woman is the slave to the slave
Yeah, if you believe me, you better scream

We insult her every day on TV
And wonder why she has no guts or confidence
When she's young we kill her will to be free
This is the one that I can never remember
But you get the message anyway

You know that woman is the nigger of the world
Yes, she is, if you don't believe me, take a look at the one you're with
Woman is the slave to the slave
Yeah, Connely was right, we scream it

We make her paint her face and dance
We make her paint her face and dance
We make her paint her face and dance

You know, we make her paint her face and dance
Dance, dance, dance, dance, dance, dance
We make her paint her face and dance







John Lennon - Woman Is The Nigger Of The World .mp3
Found at bee mp3 search engine

30 Haziran 2010 Çarşamba

birlikte yıkanan kadınlar

cynthia peters, "birlikte yıkanan kadınlar" başlıklı yazısında, doğulu toplumlardaki kadın bedenlerinin buluştuğu bir yer olarak hamam kültürünü "oryantalist olmayan" batılı bir kadın gözüyle değerlendiriyor. fas'ta bir hamama gitmiş peters, ona göre hamam kadın bedenlerinin geçmişleriyle, gelecekleriyle iletişime geçtikleri yegane yerlerden biri. Kendi kültürüyle Doğulu kültürdeki bu imkanı "oryantalist" tuzağa düşebileceğini de ekleyerek şöyle karşılaştırıyor:

"Hamamda kurulan görsel iletişimin yanı sıra güvenli, samimi, platonik, utanmadan, bütün vücudunuzla kurulan fiziksel iletişimin de ayrı bir zevki var. Bunu yazarken bile acaba uyduruyor muyum diye düşündüm. Kulağa ütopik geliyor. Benim kültürümde kadınlar fazla bir araya gelip birbirlerine bu kadar sevgi dolu ve bu kadar güzel bakmazlar".

Bu kadar çok kadın bedenini bir arada görmemiştim diyor peters, gördüğü bedenler reklam afişlerindeki ince, zayıf, mükemmel görüntülerden ibaret. Oysa "Hamama yapılan haftalık ziyaret sayesinde kadınlar, farkında olmadan diğer kadınların vücutlarıyla ilgili, bedenlerimizin çeşitliliğini normalleştiren ve yaşlanma sürecini gözler önüne seren bir görüş ediniyorlar".

Bizde de hamam kültürü turistik bir ayrıntı olarak var artık. Batılı "erkek gözünün" estetiği bedenlerimizi zaptı rapt altına almış durumda. Yazıda anneleri ilgilendiren konu doğum sonrası bedendeki değişimleri sevmek, benimsemek. doğum sonrası "forma gir, formda kal" kaskasına farklı bir gözle bakabilmeye başlamak... peters bu konuya da değiniyor...

feminist ebeveynlik




Feminist mothering York Üniversitesi'nde kadın çalışmaları bölümünde prof. olan Andrea O’Reilly'nin editörlüğünde feminist ebeveynlik konusunda yazıların toplandığı başarılı bir kitap.

30 Mayıs 2010 Pazar

memelerimde biriken süt hüzne dönüştü; içime akıyor...

tam tamına iki yıl on beş gün olmuş oğluma sütümü vereli; dün öğleden sonra uzun zamandır düşündüğüm ama bir türlü tam olarak kendimi hazır hissetmediğim ve cesaret edemediğim hamleyi bir anda yapıverdim ve arkasında duruyorum şu saate kadar. Konunun etrafında dolandım durdum; her gün iş yerinde mutfaktaki güleryüzlü çaycımıza sordum, salça sür dedi, iş yeri doktoru neredeyse askere gidecek yahu, annenize bırakın birkaç gün, ağlayacak ama alışacak dedi, çaycı kadınla doktorun ortak noktası ikimiz için de iyi olacağı ve ona iyilik yapacağımdı. Diğer kadınlara sordum, başta annem ve anneanneme, ailede bir bendim bu kadar uzun süre emziren onun için onlardan sağlıklı yanıtlar alamadım. Ama genelde iki yaklaşım vardı, tamamen uzaklaşmak ya da memelerden tiksindirme yöntemiyle uzaklaştırmak. İkisi de içime sinmiyordu. Ha bir de "konuştum kabul etti, memede süt bitti annecim, dedim oldu" diyenler oldu ki bu bana fazla ütopik geldi. Kafam karışık, nasıl yapacağımı bilmeden, ama artık işten yorgun argın ve aç bilaç gelir gelmez emzirmeyi, uykusuz geceleri istemediğimi, artık geç saatlere kadar kafa dağıtmak için bir gece dışarı çıkmayı istediğimi bilerek oğluma "annecim memede artık süt yok" cümlesini bir pazar öğleden sonrası kararlı bir şekilde kurabilmeyi başardım. Tepkisinden korkarak, bocalamamayı dileyerek. Israr etti, gözleri buğulandı. Aklıma her zaman yardımıma koşan en sevdiği kahramanı keloğlan geliverdi. Keloğlanın annesinden ve evinden ayrılışı; maceralara atılabilmek için. Ne de olsa bu bir bağımsızlaşma deneyimiydi. Memelerden koparak kendi ayakları üzerinde durmaya başlayacaktı. Ona Keloğlanı anlattım; büyüdüğünü söyledim. Ve bundan sonra meme yerine onunla oynayacağımı... Bunu anneme anlattığımda annemin ağzı yukarıya doğru kıvrıldı. Bu beğenmediğini gösteren ifadesidir. Senden ayrılmıyor ki dedi, ama memeler bendim onun için; benim kokum, tadım canım, kanımdı. Metaforik anlamda bir ayrılıştı bu... Annem memelere "kaka" dememi tercih ediyordu; oysa ben kendimi oğluma kötülemeyi, benden tiksinmesini içime sindiremiyordum. Memeden ayrılış onun büyüdüğünün bir işareti olmalı, onun için keyifli yeni bir maceranın başlangıcı olmalıydı. İlk gün inanılmaz iyi geçti. Gece dörtte kalktığında oyun oynamak istedi, sonra su istedi ve ona kitap okumamı. Ama bugün bir krizle karşı karşıya geldik. Ve dün ikimiz de anlayamamışız. Bugün ikimizin de idrak günüydü, ayrılmanın zorluğu. Onun krizinden sonra taş gibi memelerim oturdu içime...Ama ikimizde de bir olgunluk var sanki. Bende anneliğin zorlu aşamalarından birini atlatmanın onda özgürlüğe doğru yol almanın olgunluğu.