15 Temmuz 2009 Çarşamba

anne-kız konulu fotoğraf yarışması...

the association for research on mothering, 2008-2009 anne-kız konulu fotoğraf yarışması sonuçlarını açıkladı.

benim en çok beğendiğim fotoğraf birinci gelen; kızını yemek yerken seyreden annenin fotoğrafı, annenin kızını çaktırmadan, onun kendini doyurmasını ona karışmadan ama bir yandan içinde hafif bir endişe barındırarak seyredişi. yiyeceğin değerli olduğu, yaşamın bir mücadeleye dönüştüğü ve bundan en çok çocukların ve kadınların etkilendiği bir coğrafyada anne kızını doyurabilmenin mutluluğunu yaşıyor, bir yandan da bunu sürdürebilmeyi umuyor.



1st Prize – “mother watches daughter feed - breijing refugee camp, chad” by omar odeh

diğer iki fotoğraf için ARM'in sayfasına bakabilirsiniz.

12 Mayıs 2009 Salı

uyuyan güzele beyaz atlı prens yetiştiren külkedisi anne...




colette dowling, dişilik kompleksi adlı kitabında külkedisi kompleksi olarak adlandırdığı kadının bağımsızlık isteği ile himaye gereksinimi arasındaki dilemmayı gözler önüne serer. kadınlardaki ruhsal yılgınlık ve yorgunluğa bu iç çatışmanın neden olduğunu belirtir. çatışma enerjimizi yiyip bitiriyordur. ayaklarımız üzerinde duran, bağımsız, özgür kadınlar olduğumuzu zannederken, içimizdeki seste bir mutsuzluk, bir tatminsizlik hissediyorsak gerçekte tam da bağımsız olmadığımızı, sorumluluğumuzu tam olarak üstlenmediğimizi düşünmenin zamanının geldiğini söyler dowling. dowling, yüksek kademelerde çalışan, bekar, başarılı kadınların bile günün birinde çalışmak zorunda kalmamayı hayal ettiğini, kendi sorumluluklarını alacak bir erkeği düşlediklerini vurguluyor. bu yüzden bu kadınlar yalnız kaldıkları için mutsuzdurlar; hayatlarını çalışmakla mı geçireceklerdir.

kadınlar kendilerini bağımlı olmak için zorlarlar; kendi özgürlüklerinin önünü "mutluluğu" buldukları sıcak evlerinde
kendilerini güvende hissetmek uğruna keserler. onun için telaşla örümceğin ağını ördüğü gibi gündelik hayatta işlerinin yanında ev işleri çocuk ve eşle ilgilenir; oradan oraya koşar dururlar. çünkü kadın tam olarak özgür ve bağımsız olmaktan korkar; çünkü öyle yetiştirilmişlerdir. gerçekten de çocukluğumuz bu masallarla geçti. hepimiz kurtarılmayı bekleyen birer uyuyan güzel, rapunzel, külkedisi olmadık mı? kurbağayı öpünce beyaz atlı prense dönüşmedi mi?

dowling, kadının öncelikle parayla olan ilişkisini sorgulamasını öneriyor; para erildir; kadın para kazanır ama onu yönetmesini erkek kadar iyi bilemez; her gün hesabını yapan, bilen, kazandığı kadar harcayan kişinin sağlıklı bir ruh haline sahip olduğunu vurgular:

"insanın hesabını günbegün bilmesi yalnızca iyi bir mali politika değil, aynı zamanda iyi bir duygusal politikadır. böyle bir şey, gerçeklikle günbegün hatta anbean temas kurmak anlamına gelir. çocuklara ya da birlikte yaşadığım adama karşı içimde bir öfkenin birikmesine yol açmamak anlamına gelir. çöküntüye uğradığım zaman, her şeyi gözden geçirmek anlamına gelir: neler oluyor burada? enerjim nereye gidiyor? nelerden zevk alıyorum? harcadığım enerji, zevk gelirimi karşılıyor mu, yoksa bir dengesizlik mi var? elime geçenden daha fazlasını mı harcıyorum? eğer öyleyse elime daha fazlasının geçmesini nasıl sağlayabilirim?"

bağımlı kadınların bağımlı çocukları olacağından söz eder dowling. bağımlı anne, hayattan korkan anne, korkak çocuklar yetiştirir; günün birinde kendilerini kurtaracak birini bekleyen yetişkinler... hiçbir zaman tam olarak büyüyemeyen, birer ergen kalmaya mahkum yetişkinler...

12 Mart 2009 Perşembe

feminist aday

beyoğlu belediye başkanlığın bağımsız adayı feminist anne ülfet taylı'nın internet adresi:

http://www.feministaday.com/

5 Mart 2009 Perşembe

dişil yazın atölyesi

écriture féminine yani dişil yazı(n) dişinin kendini ifade edebileceği bir yazı olarak tanımlanabilir.

manifesto niteliğindeki metni helene cixous tarafından 1971 yılında yazılan "medusanın gülüşü" olarak kabul ediliyor. cixous, bu metinlerin tam bir tanımının verilemeyeceğini söyler. yani tamamen her "kadın"ın kendini ifade etmesine bağlı olarak son derece öznel yazılardır. écriture féminine denemelerimin yer aldığı blogum:

http://disilyazinatolyesi.blogspot.com/

feministanne@gmail.com adresine siz de denemelerinizi yollayabilirsiniz. böylece bir dişil yazın birikimi sağlanabilir. haydi siz de çıkınızı açın bakalım...

26 Şubat 2009 Perşembe

Ey meme sen nelere kadirsin!




İnsan tarihinde kadın memesi gibi birçok stratejiye tabiî olan bir başka insan organı daha yoktur herhalde. Bu meme ne menem bir şeydir ki ona sahip olan “kadın” dışında herkesin üzerine bir lafı vardır.

Tüm bir psikanaliz külliyatı bebeğin annesinin memesiyle olan ilişkisini insanın psikolojik gelişiminin kaynağı olarak belirler. Freud, bu ilişkiyi bir cinsel haz kaynağı olarak ele alırken, nesne ilişkileri kuramının öncülerinden Melanie Klein, Haset ve Şükran adlı yapıtında kuramını iyi meme ve kötü meme üzerine kurar.

Yeni anne olmuş bir kadının yavrusunun sağlıklı bir ruh sağlığına sahip olmasının memesiyle olan ilişkisine bağlı olduğunu bilmesinin üzerinde nasıl bir baskı oluşturabileceğini tahmin etmeniz zor olmasa gerek. Tam da bu noktada bir de anne ile bebeğin ilişkisini düzenleyen tüm bir pediatri bilimi devreye girer. Çocuk uzmanları saatli emzirmeyi ya da işaretle emzirmeyi savunan değişik ekollere ayrılmıştır.
Annenin bebeğini hangi aylarda ne kadar (“cc” gibi belirli ölçüler çerçevesinde), ne sıklıkla (saatte bir ya da iki, iki buçuk saatte bir gibi) emzireceğini söyler.

Tüm tıp camiası ilk altı ay mutlaka annenin bebeğini emzirmesi gerektiğini vurgularken; psikanaliz bebeğin memeyle ilişkisinin psikolojik açıdan önem taşıdığını belirtirken kamusal alanın ve çalışma sektörünün neden buna göre düzenlenmediği; neden anne olmuş, bebeğini beslemek isteyen kadının eve itildiği bilinmez?!...

Meme tüm bir pornografi endüstrisinde beslenme ve ruhsal tatmin kaynağından haz kaynağına dönüşür. Burada cinsel bir metadır. Eril kültürün memeyi tüketim biçimidir. Tüm bir estetik endüstrisi meme üzerine kuruludur. Meme dönemin yaratılan ölçütlerine göre silikonla büyütülür ya da kesilip biçilir. Memelerin saklanmasını buyuran ve bunun için sutyeni icat eden iç çamaşırı endüstrisi ve moda memeyi giydirir.

Kadın bedeninin nasıl olması gerektiğini söyleyen estetik ve giyim endüstrileriyle kadına ait organın işlevleri üzerine fikir sahibi olan tıp ve psikanaliz yanında kadın nerededir? Memesine neden sahip çıkmaz?

Kadın memeleri çıkmaya başladığı andan itibaren onları kaybeder. Birer emanet, eril kültürün değerlerinin simgeleriyle ağırlaşmış, haz uyandırma potansiyeline sahip olduğu için utanılması, saklanması gereken birer fazlalığa dönüşür memeleri. Genç kadın için güzel olma ölçütleri belirlenmiş, güzelse gurur veren ve belli ölçülerde sergilenebilir, değilse birer derttir memeleri. Anne için ise yavrusunu doğru ve uygun nasıl besleyeceği dikte edilen birer organ.

Benim mememle tanışmam emzirmeyle başladı diyebilirim; ilk zamanlarda neredeyse yirmi dört saat bebeğimi besledim, acıyan uçlarına krem sürerken, elektrikli pompayla süt boşaltırken organımı yeniden keşfettim, kanıksadım, sevdim. Sanırım bebeğimizi emzirip emzirmeyeceğimizi, emzireceksek ne zaman, ne kadar emzireceğimizi kimse bizden daha iyi bilemez. Tüm bu yabancılaştırma stratejilerine karşı “kadın”ın direnmesi gerektiğini düşünüyorum.

16 Şubat 2009 Pazartesi

beyoğlu'nun belediye başkanlığı'na aday feminist bir anne

önümüzdeki yerel seçimlerde beyoğlu'nun belediye başkanlığı "seçim için feminist kolektif oluşumu" bağımsız adayı ülfet taylı bir erkek çocuk annesi feminist bir kadın... tam bir mor rüyaya dalıyorum.

beyin oğlu, beyoğlu, gecesi ayrı gündüzü ayrı, içi beni dışı seni yakar bir semt. oğlumu bir kere götürebilme fırsatımın olduğu ama istanbul'a geldim geleli eski gençlik mekanlarımı özlediğim ki şimdi çok değişti, ortaokuldan beri zamanımım çoğunu geçirdiğim semt.

düşlüyorum; ülfet taylı başkan seçilmiş; bir pozitif ayrımcılık hakim bölgeye; merkezde yaşamak, şehre doyasıya dokunmak isteğimiz sonunda gerçekleşmiş oraya taşınmışız; çünkü bölge artık çocukla yaşanabilir hale gelmiş; bebek arabası için yer ayrılmış; en ufak boş yere çocuk parkı kurulmuş, çiçek, çim ekilmiş. portatif emzirme ve alt değiştirme kabinleri konulmuş. gece arka sokaklar dahi aydınlatılmış, geceleri yazlık bir kasabanın mesire yeri gibi güvenli ve tertemiz, çöpçüler sabah akşam faaliyette:))

eminim kadın eli değse sana, "hanım evladı" olmakla insanca yaşanan bir yer haline dönüşeceksin bey oğlu. üç çocuk yapın diyen bir başbakanı olan bir ülkenin kadın ve çocuklara kamusal alanda zerrece yaşam hakkı tanımaması ne kadar ironik oysa. acaba girin evlerinize, yaşayın kapalı kapılar ardında mı denmek isteniyor diye sormadan edemiyor insan.

umarım bu girişim düşlerimizin gerçekleşmesi yolunda bir ışık, bir umut olur.

12 Şubat 2009 Perşembe

irigaray'ın erkek çocuk yetiştiren annelere öğüdü...

ben sen biz'i okuyorum hala; irigaray,

annelerin kız çocuklarına erkek çocuklar gibi yapmayı öğretmemelerini, aksine erkek çocuklarını cinsel olarak erkek kimliklerini koruyarak kız çocuklarınınkiyle aynı toplumsal erdemlere sahip olacak şekilde eğitmelerini öğütlüyor.

nedir bu toplumsal erdemler? sessiz ve sakin olmak, kısık sesle konuşmak, savaşçı ve gürültücü oyunlar oynamamak, başkalarına karşı nazik olmak, sabırlı ve alçakgönüllü olmak.

irigaray, freud'a dayanarak eril cinselliğin gerginlik, boşalma ve rahatlamadan oluşan bir yapıya sahip olduğunu belirtir. bu tarz bir cinselliğe karşılık gelen kültürel manzara savaş ve saldırganlıktan ibaret oluyor. işte bunu önlemenin tek yolu erkek çocuklarını farklı yetiştirmek.

savaşı eleştiriyoruz ama çocuklarımız hala savaş oyuncakları ve oyunlarıyla büyüyor (örneğin şu anda aklıma gelen 'star wars-yıldız savaşları' filmi ve oyuncakları (ışın kılıcı!!!) ne kadar masum görünürse görünsün tüm bunlar saldırgan davranışların ve imgelerin artmasına neden oluyor. üstelik çocukların ve yetişkinlerin zihninde barış ve önemi konusunda bir bilincin oluşmasını güçleştiriyor.

25 Ocak 2009 Pazar

"anne" olma durumu üzerine düşünceler-güneş yanığı bir fotoğraf...

8 Şubat 2009, İstanbul


"anne"; "annelik ne de yakışmış", "ne güzel bir anne olmuşsun yavrum" v.b: bu sözleri duyduğum zaman tüylerim diken diken oluyor; ürperiyorum. bebeğimi ve beni görmeye gelenlerin ağzından dökülen bu tek kelimeye geçmişte yüklemiş olduğum anlam yeniden canlanıp "ben" dediğim kurguya eklemlenirken zorlanıyorum.

beni yoran daha çok bana katılıp beni çoğaltan halkalardan hafifleyip eski yapabilirliklerime kavuşma değil yeni katmanlarıma yüklediğim anlamlarla uzlaşma çabası. o "anne" sözcüğündeki yavan, pelteleşmiş tat; sinmiş, bezmiş, silik silueti. içimi ezen herkese verme hali; o herkesi koruyan, gözeten, yediren, doyuran, dinleyen, etrafta gıdaklayan tombul anaç tavuk... hep başkaları için bir şeyler yapan, kendi ortalıkta olmayan hayalet... her şeyden önce anne olma hali; kimliğini yutan, öğüten tek bir potada eriten durum...

irigaray okumalarım yardımıma koşuyor;

eril kültürdeki annenin bedeninden ve kendisinden sonsuz faydalanılabilirlik anlayışının ne kadar yanlış olduğunu söylemesi. fedakar anne imgesi; anaç, kendisini çocuklarına adamış, kendi yaşam alanı olmayan. aa anne var "annecik" var diyerek kendine ait yaşamı olan anneler kınanmaz mı? annelik baskısını hangi kadın hissetmemiştir; hangi kadın çocuğuna yetip yetmediği, "iyi" anne olup olmadığı konusunda kendini sorgulamamıştır ki?


bir fotoğraf, bir akşamüstü, yaz;
muhtemelen etraf patlıcan, biber ve kabak kızartması kokuyor; cırcır böcekleri ötüyor; hafif bir meltem; merdiven basamağına oturmuş güneşten bronzlaşmış iki küçük kız ve anneleri. güzel, içten gülümsemesiyle fotoğraf makinasının merceğine bakan anne yorgun ama mutlu ve huzurlu görünüyor. hangi anne yazın yazlıkta dinlenebilir ki, kızlarını denize götürmüş sonra yıkanılmış, giyinilmiş ve yemekten önce hava almaya dışarı çıkılmış.

neden tüm annelik kavramına yüklenen, yüklediğimiz çerçöpten sıyrılarak yalnızca o akşamüstü için, yalnızca kızlarını yıkayıp giydirdiği için irigaray'ın dediği gibi eril kültürden doğal ve tinsel bedenini borçluluk duymadan tüketmesini öğrendiğimiz anneye şükranlarımızı dile getiremiyoruz ki?

annenin kendine ait odası olamaz mı?

ve neden "anneler ve kızları kültürlerimizde ancak anneler kabilesine dahil olmalarını sağlayacak sınavda başarılı olduktan sonra bir araya gelebilirler"? (108-109)

13 Ocak 2009 Salı

anne-kız


fotoğraf: julie harris


evde elimde okuyacak iş yoksa, yangından mal kaçırır gibi kendime ayırabildiğim zamanlarda (tuvalette, herkes yattıktan sonra bedenimdeki ağrılarla kendimi salondaki kanepeye attığımda, gündüz oğlum uyurken bilgisayar başında) yaptığım okumalarımın muhakkak bir kısmı feminizm ve feminist annelik üzerine oluyor. yine irigaray ile devam ediyorum. irigaray, ataerkil, fallus egemen düzenin kısırdöngüsünden çıkmanın, kız çocuklarına bir düşünce ya da tin olanağını kazandırmanın çaresini anne-kız çocuğu ilişkilerinin gelişiminde buluyor; birkaç pratik öneri vermiş.

irigaray'ın bazı önerileri anne ile kız arasındaki dil kullanımlarıyla ilgili. bunlar bizim toplumumuza uymuyor; fransızcada dişil ve eril ayrımı var; buna göre dişil "article"ını alan kelimelerle eril "article"ını alan kelimeler arasında hiyerarşik bir sınıflama var. ayrıca zamirler bu anlamda sorunlu. örneğin "ayşe ile ahmet sinemaya gitti" cümlesini üçüncü çoğul zamirle "onlar sinemaya gitti" şeklinde söylerken "ils" yani erkek üçüncü çoğul zamiri kullanılıyor; irigaray, kız çocuklarıyla anneleri konuşurken bu ayrımları azami kullanmalarını, dişil üçüncü zamirlere ağırlık vermelerini önerir. ama türkçede böyle bir kullanım olmamasına rağmen diğer bütün diller gibi o da eril, yani kadının deneyimlerini ifade etmesi için oldukça kısır; bu anlamda biz de annelerimizle, kız kardeşlerimizle, yakın arkadaşlarımızla ve kızlarımızla aramızda bir kadın dili oluşturabiliriz. kendimizi bu dilde yazarak ifade edebiliriz. mesela ben günlüğümü yazarken yeni kelimeler icat edip onları kullanabilirim.

irigaray'ın bunlar dışındaki bazı önerilerin oğlumla ilişkimde bazılarını annemle ilişkimde uygulamayı düşündüm:

1. yaşama ve beslenmeye bir kez daha saygı duymayı öğrenmek. bunun anlamı, anneye ve doğaya saygıyı yeniden kazanmaktır. tüm borçların yalnızca parayla ödenemeyeceğini ve tüm besinlerin satın alınamayacağını genellikle unutuyoruz. bu durum, açıkça erkek çocuklarını da ilgilendiriyor, ama dişil bir kimliğin yeniden keşfi için kaçınılmaz. (bence insan merkezli bakışı sorgulayabilmek adına bir annenin oğluna mutlaka öğretmesi gereken en önemli mefhum doğaya saygı, insan dışındaki diğer canlara saygı)

2.her evde ve halka açık yerlerde, anne-kız çocuğu çiftinin (reklam içermeyen) çekici görüntüleri yer almalıdır. (...) ayrıca kendilerinin kız çocuklarıyla ya da anneleriyle çektirdikleri fotoğrafları asmalarını salık veririm. (ben salonuma annem, kız kardeşim ve benim birlikte küçükken çektirdiğimiz fotoğrafı koydum bile:) yazlıkta bahçedeki merdivenin bir basamağına üçümüz sırayla dizilmişiz. annem genç ve güzel, denizden sonra bizi yıkamış güzelce giydirmiş, akşamüstü hava almaya çıkartmış, beş-altı yaşlarındayız. fotoğrafı bulmam, kütüphanenin bir köşesine yerleştirmem ve bu esnada fotoğrafı incelemem bile annemin, arka arkaya doğurduğu bize nasıl baktığı, bizimle ilişkisi üzerine az da olsa düşünmemi sağladı bile. (bu konuyla ilgili günlüğüme bir şeyler karalayacağım)

3. anne kadının, çocuk kadınla konuşması, dişil dilsel biçimler kullanması, her ikisini de ilgilendiren konulardan söz etmesi, kendisi hakkında konuşması ve kızlarından da aynı şeyi yapmasını istemesi, soyağacını, özellikle kendi annesiyle ilişkisini gündeme getirmesi, kızına günümüzde kamusal kişilik haline gelmiş ya da tarihte ve mitolojideki kamusal kişiliğe sahip kadınlardan söz etmesi (bence çok önemli bir konu; çocuklara masal anlatırken bu kahramanlar kullanılabilir).

8 Ocak 2009 Perşembe

farklılık kültürü


resim: hilary hunt amaro


irigaray okumalarıma devam ediyorum;

gebelikte plesantanın işleyişinin doğru olarak anlaşılmasıyla kültürün dayanaksız, işine geldiği gibi yarattığı imgelerin nasıl çürüdüğü görülüyor. irigaray, kitabın bir sonraki bölümünde farklılık kültürünü annenin (kadının) bedeninin nasıl barındırdığına vurgu yapmaya devam ediyor: "dişil bedenin ayırt edici özelliklerinden biri, canlı organizmalardan birinin hastalanmasına, ölmesine ya da reddedilmesine neden olmadan ötekinin kendi içindeki gelişimine hoşgörü göstermesidir" (47).

anne, bedeninde erkek ve kız çocuklara eşit yaşama şansı tanırken, eril kültür bu saygı düzeninin tam tersi işler. dişil beden farklılığa saygıyı üretirken, ataerkil kültür öteki cinsiyetin katkılarını, ötekinin bedenini dışlar; öteki konumundaki kadın irigaray'ın da dediği gibi doğal bir alt tabaka konumundadır.

evet, eril kültür biyoloji kaynaklı açıklamaları yadsıyor, bu, irigaraya'a göre erkek-tanrıların egemenliklerini kurduğu (tek tanrılı dinler- bu konu hakkında fatmagül berktay'ın tek tanrılı dinlerde kadın adlı kitabı muhteşemdir; okumalarım bölümünde bu kitaptan bahsedeceğim) kültürel saflığa dönmek olur. bu dönemde babanın cisminde olan erkek çocuğu yücedir. dolayısıyla meryem ve isa ikonunda görüldüğü gibi anne-oğul ilişkisi kutsaldır; farklı olanlar, yani babaya benzemeyen kadınlar ve kız çocukları, evlerde, peçelerin ardında utanç içinde saklanır.

maalesef günümüzde hala irigaray'ın da belirttiği gibi kadınların öznel bir konum elde edebilmeleri için farklılıklarının tanınmasını sağlamaları gerekir. burada en can alıcı nokta "farklılık" sözcüğünde. çünkü kadınlar erkeklerle eşit değildir ve de olamaz. farklıdırlar!!! birçok kadın, kendini feminist olarak tanımlayanlar da dahil erkeklerle eşit olma uğruna neredeyse tüm dişil öznelliklerinden vazgeçme eğilimindedir. oysa bu, bir kimlik yitimi olur ve irigaray'ın da belirttiği gibi cinsiyetli kültürü yoksullaştırır.

irigaray'ın da dediği gibi kadınların "içlerindeki ötekine saygı göstererek ve aynı saygıyı toplumdan isteyerek, kendilerini geçerli özneler, bir anne ve bir babanın kız çocukları olarak onaylamaları gerekir". (48-49)

7 Ocak 2009 Çarşamba

annelik düzeni





luce irigaray, ben sen biz adlı kitabının “annelik düzeni” başlıklı bölümünde psikanalizde bebeğin kendini anneden ayrı görmediği, bir kaynaşma ilişkisi yaşadığı, bebeğin anneden ayrışmasının ancak üçüncü kişi olan babanın ve dilin düzenine girmesiyle olabileceği yargısını anne karnında anneyle bebeğin plasenta sayesinde çoktan ayrışmış bir ilişki yaşadıklarını ileri sürerek çürütüyor. anne karnında üçüncü kişinin fonksiyonunu plasenta oynar.

önce plasentanın ne olduğunu vikipedia’dan alıntılayalım:

“besin maddelerini anneden alabilmek için, embriyo hücrelerinden bir kısmı plasentayı oluştururlar. plasenta anneyle bebek arasındaki besin, oksijen ve diğer maddelerin alışverişini sağlayan yapıdır. plasenta yeni hücre gruplarının yani dokuların oluşması için gerekli olan besinleri ve oksijeni özenle seçer ve bunları bebeğe taşırken, atık maddeleri ayırarak onları da annenin vücuduna gönderir.

plasenta anne ve cenine ait iki dolaşım sistemini kusursuzca ayırır. gazlar, besin maddeleri ve atıklar anne ve ceninin kanları arasında değiş tokuş edilir. fakat amniyon sıvısı ve ayrı dolaşım sisteminden oluşan bu fiziksel bariyerler bebeğin hayatta kalması için yeterli değildir. bunlar ancak kısmen başarılı olabilir.
plasentanın yapısına daha yakından bakıldığında, bu duvarı oluşturan trofoblast hücrelerinin kan için özel olarak tasarlanmış bir bariyer oluşturdukları görülür. embriyo, annenin dokularıyla çok yakın bir bağlantı içindedir. Bir yandan anneden gelen kanın içindeki maddelerle beslenirken, bir yandan da annenin savunma hücrelerinin tehtidi altındadır. çünkü embriyo annenin vücudunda düşman kabul edilebilecek yabancı bir madde gibidir. dolayısıyla besinlerle birlikte anne kanındaki savunma hücrelerinin embriyoya ulaşmaması son derece önemlidir. ancak plasenta, annenin kanında bulunan savunma hücrelerinin embriyonun tarafına geçmesini engelleyen özel bir tasarıma sahiptir. annenin kanından alınan oksijen, besin maddeleri ve mineraller bu ince aralıklardan geçerek embriyoya ulaşır. ama savunma hücreleri daha büyük oldukları için bu aralıklardan geçmeyi başaramazlar.”

irigaray, helene rouch adında bir biyoloji öğretmeniyle söyleşerek konuyu ele alıyor. rouch, gebeliği başarılı bir organ nakline benzetiyor; ama daha da önemlisi rouch, anne ile bebek ilişkisini ben ve öteki boyutuna taşıyor ve plasentanın anne ve bebek arasında oluşturduğu hoşgörü mekanizmasını vurguluyor. bildiğimiz organ naklinde öteki olan organ, alıcının bağışıklık sisteminin reddetme mekanizmasını harekete geçirir; oysa gebelikte anne ötekiyi fark ettiğinde plasenta iki tarafı da koruyacak etmenleri devreye sokar. plasenta annenin ötekiyi tanımasını bastıran, önleyen otomatik olarak koruyucu işlevi gören bir mekanizma değildir. yani anne bir öteki olduğunu bilir ve onu hoşgörüyle kendine zarar vermeyecek bir şekilde kabul eder. hele hele bebek, anneyi tüketen bir parazit asla değildir. irigaray, bu ilişkiyi düzenli bir yapı olarak görür ve kaynaşma durumunda olmayan, birine ve ötekine saygı duyan bir yapı olarak betimler. yani aslında der irigaray “psikanalizde olduğu gibi ataerkil imgelemin çoğu kez bir bütünleşme, bir kaynaşma olarak sunduğu bu ilişkiler, aslında son derece örgütlü ve anne ile bebeğin yaşamına saygılı ilişkilerdir” (40).

dolayısıyla eril imgelemde var olan şu meşhur ana karnına dönme, anneyle bütünleşme, anneden ayrılma travması, anneyle bütünleşme arzusu gibi imgelerin ne kadar da asılsız olduğu görülüyor.

bir de kozmetik endüstrisinin plasentadan elde ettiği olağanüstü kâra değiniyor irigaray. anneye plasentanın nerede kullanılmak istendiği sorulmaz; irigaray, en azından bunun annenin çocuğa sunduğu bu armağanın, ticari ataerkil sistemin hiç hesaba katmadığı çocuğun anneye ödemek zorunda olduğu borcun simgesel olarak belirtilmesini sağlayabileceğini belirtir.

5 Ocak 2009 Pazartesi

dışarıdan içeriye zorunlu kapanışta oksijen umudu: annem...


6 Ocak 2009, İstanbul


entelektüel kadınların anne olduktan sonra yaşadıkları azap sanırım birbirine benzerdir. maddi ve ailevi durumuna göre özgürlük alanlarının çapı değişir ama "anne" metamorfozu sırasındaki deneyimler benzeşiyordur.

burada entelektüel kadın klişesinden anladığım okuyan, avrupayı görmüş, geçirmiş, özgürlüğüne düşkün, belki birkaç sene yalnız başına avrupanın bir şehrinde yaşamış hem de yüksek lisans tezi yazmış, belki de akademinin kapılarını zorlamak adına yurda dönünce bir tane daha yazmıştır; ama akademinin ne menem bir eril iktidar kalesi olduğunu deneyimledikten sonra aman aman deyip kaçmış, kendi gibi cinsiyetçi değerlere pas vermeyen bir sevdiceğizini, canısını bulmuş evlenmiş; belki de evlilik ilişkisinin geleneksel boyuttan çok daha farklı olabileceğini deneyimlemiştir. kendi parasını kazanmanın sarhoşluğunu yaşamış; bu sarhoşluk da uzun sürmemiş hamileliğinin sonlarına doğru patronu onu eve göndermiş, böylece iş hayatında kadın olmanın ne olduğunu öğrenmiştir; hülasa düşe kalka da olsa annesinden ayrı ayakta kalabileceğini hem de bundan müthiş keyif alabileceğini kendine ve ona ispatlamış bir kadınımızdır.

taaa kiii anne olana dek. işte bu noktada hür bir kelebek gibi uçuşan, kitapların sayfalarında aylaklık edip, sevim burak, salomé, bachmann sayıklayan özgür kadınımız annesinin kucağına tıpış tıpış döner.

yaşamının part 2'si başlar; tutsaklık:
anneyle barışma süreci mi?? kendini bulma mı?

hamileyken hissediyordum sanırım yardıma ihtiyacım olacaktı... hamileliğimin sonunda maddi özgürlüğümü yitirişimle başlayan özgürlüğümün kısıtlanması haberciydi buna. tek başıma yapamaz mıydım? evden çalışıp bebeğime bakabilir miydim?

doğumdan sonra yardımın kaçınılmaz olduğu ortaya çıktı. şanslıyım annem ve anneannem yanımdaydı...

ama entelektüel kadın, o ukala, bilgiç, bilmiş, kendi kendine tek başına yapabilme çabalarına dönüyor, zorlanıyor ama kafası rahat olsun istiyor, bildiğini yapıyor olmanın verdiği mutluluk. ve fakat entelektüel kadını yalnızca annelik tatmin etmiyor, çalışmak, üretmek, okumak istiyor. eve iş aldım. yardıma ihtiyaç, yeniden yine.

bir yudum hava için muhtaç olmakla, kendinle, anneyle barışmak gerek. peki nasıl?